Yerel yönetimlerde çeyrek yüzyıldır, merkezi hükümette ise 17 yıldır iktidar olan AKP “kültür alanında iktidar olamadık” itirafında bulunuyorsa bunun siyasal iklim, gündelik hayat ve eğitimle bir ilişkisi olmalı. “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın“Biliyorsunuz, siyasal iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz siyasî iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” deyişi ile AKP tabanındaki bilgi eksikliği ve dindar aydınların kültür üretimindeki sınırlılığın farkında olduğu görülüyor. Erdoğan ayrıca imam hatip liselerine olan ilginin artmasını ve okullarda Kuran-ı Kerim ya da Siyer-i Nebi gibi derslerin okutulmasını sevindirici gelişmeler olarak kaydetmekle birlikte bunların yeterli olmadığını söylemişti. Bu nedenle gerek üniversiteler ve gerekse ilk ve ortaöğretim kurumlarında reform adı altında birbiri ardına dizilmiş paketler, kültürel iktidara ilişkin arzu akışlarının sonucu olmalı.
“2023 Eğitim Vizyonu ve “Ortaöğretim Tasarımı”nı incelerken kültürün nasıl bir oluş içinde olduğu, kültürel iktidarın mümkün olup olmadığı, sağ ve soldaki aydınların kültür üretimi konusundaki yönelimleri, kanaatleri, kültürel çoraklaşmaya karşın ne yapılabileceği merak ettiğim konular oldu. Kültür üreticisi olmanın olanaklarını ve gündelik hayatı sarmalayan kültür/kültürsüzlüğün karşısında mütevazı hayatlarımızda neler yapabileceğimiz gibi konular zihnimi uzun süre meşgul etti. Nihayetinde ulaştığım bir sonuç var: yerli ve milli bir kültürü tanımlamak da ve buradan kültürel bir iktidar çıkarmak da imkânsız. Neden mi?
Yeni yaşamın oluş halindeki kültürü bağlamında bu sorunun yanıtını, bu yazı dizisinde sorguluyorum: kültürün hangi koşullarda oluştuğu (1), iktidar ve hegemonya ile ilişkisi (2) dini referans alan aydınların AKP ve kültür üretimine dair görüşleri (3),AKP’nin kültürel iktidar olamayışına sol (laik) aydınların yaklaşımı (4),entelektüel kategorisinin ne olduğu (5) ve 2023 Eğitim Vizyonunun yaşam tarzı ve kültür üretimine katkı imkânı (6). Bu sorulara ilişkin güncel yanıtlar bulmak amacıyla sosyal medyada dolaşan iki röportajdan büyük ölçüde yararlandım. Bu röportajların kamuoyunun gündemine girmesi ve yaşam tarzı ve kültür üretimine ilişkin tartışmaların devam etmesi gerekliliğine inanıyorum.
Geniş anlamda kültür, sabah kalktığımız andan itibaren kahvaltıyı kimin hazırladığı, softayı kimin kurup kaldırdığı, ne yenilip ne içildiği, kahvaltının anlamı ile ilişkidir. İşimiz ya da işsizliğimiz, işe nasıl gittiğimiz, işimizi nasıl bir sorumluluk anlayışı içinde yaptığımız, işsizlik deneyimimiz de kültürle bağlantılıdır. Kültür, sanat ve spor faaliyetlerine katılıp katılmadığımız, dinle ilişkimiz ya da ondan özerk oluşumuz, evdeki kütüphanemiz, kütüphanemize ve çocuklarımıza sansür uygulayıp uygulamadığımız, geçmişimiz, hayatımızdaki insanlara, özellikle çocuklara ve yaşlılara nasıl davrandığımız, başka ülkelerle ilişkimiz, başka hayatlarla ya da siyasetle ilişkimiz vb. uğraşılarımızla ilişkilidir kültür.
Tüm bunlar milyonlarca yaşam tarzını ortaya koyuyor. Aslında tüm bu edimsellikler hayatımızla ilgili sorguladığımız şu sorularla ilgili? Birbirey olarak nasıl yaşayabilirim?Hangi toplumsal ilişkiler içinde olabilirim? Nasıl bir emek süreci içinde çalışabilirim? Teknoloji ile nasıl bir ilişki kurabilirim? Doğa ile nasıl ilişkilenebilirim? Hangi zihinsel ve simgesel tasarımlar içinde olabilirim? Bu kültürün en geniş tanımı, yani son tahlilde yaşama tarzımız.
Kültürün dar anlamda kavrayışı ise kültür üretimi ile ilgili. Belli bir kültür içinde yetişen şairler, yazarlar, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler, performans sanatçıları, düşünce insanlarının öznellik üretimleri ile ilgili. Sanat ve düşünce insanlarının ürettiği imgelerin malzemeleri sesler, renkler, çizgiler, harfler, basit devinimler ya da eylemlerdir.[1]Kültür üretimi, insanların yeni öznellik üretimlerinde canlılığı, çeşitliliği, derinliği, ürettiği imgeleri diğer mahallelere ulaştırma gücünü anlatıyor. Sözlerle, seslerle, renklerle, bedenin devinimi ile (dans) nesnelere biçim vererek, yeni öznellik üretiminin sonsuz yollarını bulmak, bunun olanaklarını yaratmak demek kültür üretimi. Kültür üretmek edilgin olmayı dışlıyor, bireyi/bireyleri etkin olmaya itiyor: emekle, disiplinle, sabırla, inatla, etkin bir yaşam uğraşısı içinde olma hali kültür üretimi. Tıpkı iktidar ilişkileri gibi kültür ve kültür üretimi de bizleri sarmalına alan şeyler.
Özetle kültür üretimi, bir kültürün içinde yeşererek düşünce ve pek çok sanat dalında yapıtlar ortaya koyma edimselliği olarak görülebilir. Kuşkusuz burada eserin sadece mahallesine seslenmesi yetmez, ötekilerce tanınıp değerli görülmesi eserin gücünü artırır. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Yaşar Kemal, Mehmet Uzun gibi dünya ustalarının yetişmesi ya da güncel örnek isimler olarak Fatih Akın, Orhan Pamuk ve Fazıl Say’ın dünyaya seslenebilmesi kültür üretiminin gücünü ortaya koyar.Efe Murat Balıkçıoğlu’nun ifadesiyle “kültürel iktidar ancak kendi bahçenden çıkabilecek gücü bulduğunda etkisini göstermeye başlar; başkabahçelerdeki birikime kucak açarak, bundan mutluluk ve gurur duyarak…”[2]
Ne var ki yaşam tarzımızı seçmede özgür olmak istesek de elimiz ve kolumuzun bağlı olduğu anlar bir hayli fazla. Kapitalizmin aksiyomatiği içinde çalışmak zorundayız, ortaya çıkan metaların üreticisi ve tüketicisiyiz, reklamların, aksiyomların çizdiği gündelik hayat akışlarının takipçisiyiz. Bu hayatın içinde kaçış çizgileri de öreriz kuşkusuz, bu da kültürümüzün, yaşam tarzımızın bir parçası haline gelebilir. Öte yandan devlet kodları yakamızı bırakmaz. Düşüncelerimizin, düşlerimizin, iyiye dair tahayyüllerimizin, eylemlerimizin kodlanmak istendiğini hissederiz; iktidar ilişkileri bizi sarmalamıştır, yine kaçış çizgileri örebiliriz, farklanıp yeni öznellikler üretebiliriz. Peki ya yakın çevremizin, mahallelilerin, komşuların beklentileri? Bu beklentilere uygun davranabiliriz, ancak bunlar bir mahalle baskısı haline dönüştüğünde karşı çıkar, kaçar, arzularımızın ve farkımızın karşılık bulması için direniriz.
Bourdieu, kültür olarak habitusu özellikle tercihler, beğeniler, siyasi kanaatler, dil, bedenin kendisiyle ilgili yaşam tarzları olarak geniş bir kapsamda ele alıyor. Bireyler, yani eyleyiciler, özel bir tarihin olduğu kadar kolektif bir tarihin de ürünüdürler ve düşünce kategorileri, algı şemaları, değerleri sistemi, toplumsal yapıların etkisi altındadır. Bourdieu, Marksizmden farklı olarak sermayeyi, ekonomik, kültürel, toplumsal ya da simgesel olsun bütün iktidar biçimlerini ele alacak biçimde kullanıyor. Sosyal sermaye, az çok kurumsallaşmış olan, karşılıklı arkadaşlık ve tanıma ilişkileriyle kurulmuş dayanıklı bir ağ ile ilintili gerçek veya potansiyel kaynakların toplamıdır. Kültürel sermayesözel beceri, genel kültürel farklılık, estetik tercihler ve eğitim gibi geniş çeşitlilik gösteren olanakları kapsıyor. Bourdieu, eğitim sermayesinin, statünün belirlenmesinde oynamaya başladığı role büyük önem veriyor.[3]Bourdieu’nun kuramı, ortaya koyduğu iktidar ilişkileri ile aynı toplumun içinde belli benzerlikler taşısa bile çok çeşitli habituslara işaret ediyor. Kuşkusuz bu habituslar ister istemez etkileşim içindeler.
Nevin Yıldız, kültüre dair anlamı, Georg Simmel’in yaklaşımında buluyor. Simmel’in insana dair şeyleri hayat ve form olarak ikiye ayırıyor. Hayat, salt biyolojik düzeyin ötesine geçip tin düzeyine geliştiğinde, diyor Simmel, tin de kültür düzeyine yükseldiğinden bir iç çatışma ortaya çıkar.” Hayat, insanın biyolojik yaşamına dair her şeydir. Form ise onun yaratıcı hareketinden türeyen ifade biçimlerine, yani kültüre denk gelir.Meyvesi kültür olan bu çatışma öyle bir kez olup bitmez, aksine hayat forma hep tehdittir; form hayatı bir kalıpta tutmaya çalışırken, hayat da kendi akışı içinde formu dağıtmaya adaydır. İşte, dönüşüm veya devinim dediğimiz şey tam da bu minvalde çıkar ortaya, bu minvalde işin içine ideoloji karışır, kültür politikaları girer, siyasal iktidarların hayata dair tahayyülleri bulaşır.[4]
Kültürü kendinde bir varlık olarak tanımlamak güç. Bütünlüklü bir Alman kültüründen, Türk kültüründen, Kürt kültüründen ya da Müslüman kültüründen söz edilebilir mi? Hangi Almanlar, Türkler ya da Müslümanlardan söz ediyoruz? Kültürün sınıfsal, toplumsal cinsiyete ilişkin, etnik, dinsel, siyasal işaretleri olduğu açık. Ayrıca bir bireyin nasıl yaşayabileceğine ilişkin kendi söz, karar ve irademiz de var. Öte yandan kültürü bir süreklilik, değişim ve melezlenme süreci olarak kavrıyor Murat Çankaya,[5]“kültürümüz” olarak adlandırdıklarımızın önemli bir bölümü, “öteki” kültürlerle temaslar sonucu oluşmuş, dönüşmüş ve muhtemeldir ki bir zamanlar birilerinin “icat”, “züppelik”, “yabancılık” ithamlarına maruz kalmış değil midir?” Ancak bir gün, “şimdi oluşmakta olan”a doğru geriye bakıp ona “kültürümüz” demeyecek miyiz?” Kültürel dönüşümün zorunluluğuna işaret eden Belge’ye göre “Kültür”e “özcü” (“essentialist”) bir bakış” doğru değildir.[6]
Kültür geniş anlamda bir yaşama tarzı. Bir kitle ya da topluluk kültüründen söz ediyoruz, ne var ki bu kitle ya da topluluğun somut ürünleri öznellik üretimleri düşün ve sanat insanlarında somutlaşıyor ve daha görünür oluyor. Anlaşılan o ki kültür bir oluş, bir ilişkisellik, diyalektik bir süreç. Bu bağlamda kültür sabit bir kendiliği anlatmıyor, dönüşüm, devinim ve fark ile birlikte üretiliyor. Öte yandan kültür, insan ve doğa ile karşılaşmayı ve ilişkilenmeyi gerektirdiği için ister istemez bir karılma ve melezleşme ile ilerliyor. Bir birey gibi, kültür de etkin bireyler ve çeşitli insan gruplarının karşılaşmaları, ilişkileri, olumlama ve olumsuzlamaları ile bir oluş, dolayısıyla bir süreç olarak anlaşılmak durumunda.
Kültür oluşumunu aynılaştırmak ve bitmeyen bir tekrara mahkûm etmek mümkün değil. Yerli ve milli bir kültür, muhafazakâr bir evde bile aynılık yaratmaz. Bunun örneğini Selçuk Orhan veriyor ve yazar muhafazakârların çocuklarını nasıl yetiştirdiği konusundaki gözlemlerini paylaşıyor bir röportajında.[7]Bir siyasal hareketin topluma ne yapacağını anlamak için çocuklarına ne yaptığına bakmak gerekiyor: kültürel yalıtma, güçlü bir sansür sistemi, karşıt görüş ile tartışmama, tartışma kültürünü yok etme. Bugün Türkiye’de yaşadığımız bu değil mi? Orhan’a göre, özellikle 1980’ler ve 1990’larda İslamcı kesimde çocukluktan başlayarak bir kültürel yalıtma gerçekleşirdi; buna imkân bulmak adına cemaatler kendi okullarını, kendi yurtlarını yarattı örneğin, hatta aile içinde bile okunacak kitaplar bir çeşit sansür sisteminden geçerdi. Benzer yaklaşım hâlâ sürmüyor mu? Nurettin Yıldız, açıkça “Ateistlerle tartışmayın” diyor. Orhan’a göre, böyle yapılarak sağ kendi çocuklarından kopuyor, onlara değer aktaramıyor, özellikle orta sınıf aileler kendi çocukları üstünde denetimi yitiriyor. Dikkat edilirse, sosyal medyada alternatif görüşlere sahip ilahiyatçıların sayısı giderek artıyor. Orhan’ın çok etkili biçimde ifade ettiği gibi “Kapalı bir ortam içinde gerçeklik algısı da bulanır.” Tamamen kapalı bir hayat sürmek de mümkün değildir.
AKP ve MHP, kısaca cumhur ittifakı ya da iktidarın kültürel alanda bir tahayyülü var. Bu 17 yıl içinde boş durmuş da değil, bir yandan neoliberalizmin çalışma ve emek süreçlerinde en hoyrat ve en nobran uygulamalarını hayata geçiriyor. Diğer yandan toplumsal yaşamın her alanını, “mahalle baskısı”nı da kullanarak adım adım muhafazakârlaştırmaya, dini referansları yaygınlaştırmaya çalışıyor. İslam’ı, kurmakta olduğu yeni rejimin hukukunun, meşruiyetinin hiç olmazsa temel kaynaklarından biri haline getirmeyi hedefliyor. Aileyi yücelterek, “toplumsal huzur”un ön koşulunun aile birliğinin korunması olduğunu propaganda ederek, anneliği kutsallaştırarak ve sürekli çocuk doğurmaya teşvik ederek, AKP muhafazakârlığı kadını eve hapsediyor. AKP’nin kültürel alandaki egemenliği, bu çok sıradan, mütevazı, tarihsizmiş gibi akıp giden gündelik hayatlarımızda kuruluyor: hem neo-liberal hem de yeni muhafazakâr nitelikleriyle. AKP’nin geniş anlamda kültüre etki ettiği görülüyor. Buna rağmen iktidarın tam olarak kuruluşu mümkün mü?
Kültürel alanın popülist stratejilerle ağır biçimlerde manipülasyonundan söz ediyor Sevilay Çelenk, “Kültürü gündelik hayatlarımızı, tüm yapıp ettiklerimizi ve yapıp etme biçimlerimizi kuşatan, anlam veren ve anlamların dönüşümüne imkân tanıyan bir anlamlandırıcı katman” olarak gördüğümüzde, AKP’nin kültürel alandaki hâkimiyet mücadelesinin “başarısını” sanat kültür alanlarında değil, buralarda aramak gerekir diyor.[8]Bu bağlamda AKP’nin kültür üretimine etkisi oldukça sınırlı. Bununla birlikte kültürün geniş anlamında, yaşam tarzına yönelik etkileri AKP’i mutlu etmese de muhalif kesimleri rahatsız edecek düzeyde.
Siyasal iktidarın seçim kampanyalarında Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu gibi şair, yazar ve düşünce insanlarının şiirleri okunuyor. Siyasal İslamcıların uzun yıllara dayanan iktidarına ve iktidar olanaklarına rağmen, adı geçen şairler ve düşünce insanlarının sanat/kültür düzeyine erişen kişilerin yetişemiyor oluşu, kültürel iktidar konusundaki serzenişlerin de temelini oluşturuyor. Bu da kültürün dar anlamda okunuşu, yani kültür üretiminde AKP’nin “başarılı” olmadığına dair yargıyı ortaya koyuyor.
Belge’ye göre “kültürün en uzak olduğu toplumsal kurum siyasî iktidardır.” Bir “siyasî iktidar”ın kendine göre bir kültürü vardır. Aslında her insan topluluğunun bir “kültür”ü vardır –bunun karşıtı olarak düşündüğümüz “barbar”ların da. Ama “kültürün iktidarı” diye bir şey yoktur (yani, “siyasî” anlamında). Bunu anlamak için “Batılı” kaynak taramaya da gerek yok. Örneğin, İbn Haldun’un medeniyetlerin doğuşu ve batışı, batıranlar ve doğuranlar üstüne yazdıklarını okumak da yeterli fikir verir. Belge, soruyu soruyor ve yanıtlıyor: Peki, “siyasî iktidar” kültürü etkilemez mi?[9]
Şüphesiz etkiler. Hem de her an etkiler. Ancak, “kültür” dediğimiz hazneye suyunu akıtan oluk yalnız “siyaset” değildir, yalnız “siyasî iktidar” değildir. Bütün zihnî (ve tabii o dolayımla “maddî”) hayat hazneye dolar ve varolan karmaşık kültürü meydana getirir. Bütün bu akımların arasında birbirinin karşıtı olanlar da vardır. Sonunda ortaya çıkacak sentezin ne olacağını kültürün kendi mekanizmaları belirler. Bu sentez, koşullara göre, siyasî iktidarın beklentilerine (ve katkılarına) belirli ölçüde uygun olabileceği gibi tamamen aykırı da olabilir. Örneğin, bugünkü iktidar açık, belirtik bir biçimde “dindar nesiller yetiştirmek” idealini ilan ederken toplumda dindarlık göstergeleri düşüyor.
Kültür alanına “devlet gücü”nün etkisi olduğuna göre, özellikle despotik bir yönetimin kültürel hayata müdahale etmek üzere bulacağı en güvenilir araç ve yöntemler, baskı, sansür, cezalandırma ve şiddettir. Bir “siyasî iktidar”ın bir “kültür” yaratması kolay değil ama var olan kültüre müdahale etmesi, bir şeyleri durdurması, yasaklaması buna kıyasla çok daha kolay. AKP’nin de “kültürel hegemonya” arayışında dönüp dolaşıp geleceği yer burasıdır[10]. Sonuçta iktidar ilişkilerinin kırılgan olduğunu biliyoruz, iktidar her an sorgulanır duruma düşebilir, bu nedenle bir hegemonya mücadelesi sürüp gider. İktidar hiçbir zaman “şimdi iktidarımı tam olarak kurdum” diyemez. Kitlelerin rızasının alınması önemlidir.
Gramsci’ye göre egemen olmak ile hegemonik olmak farklıdır. Devlet zora ve siyasal egemenliğe dayalı bir iktidar alanı iken, sivil toplum rızaya dayalı hegemonya alanıdır ve devlet ancak hegemonya tesis edildikten sonra ele geçirilebilir. Rıza üretimi ile eşitsizlik ve kapitalizmin şiddet içeren boyutu meşruiyet kazanıp görünmez kılındığı gibi, sivil toplum alanında, ezilenlerin de bir kısmının rızasıyla, entelektüel egemenlik sağlanır. İşte, bu nedenle ele geçirilmek istenen, siyasal, ekonomik, toplumsal iktidara ilaveten, kültür alanıdır.[11]Böylece hegemonyanın sürekli olarak yeniden ve yeniden tesis edilmesi gerekir. Türkiye gibi, otoriterleşme yönelimleri gösterse de hâlâ “demokrasi mücadelesini” kaybetmemiş, bunu çeşitli yollarla ve güçlü biçimde sürdürme gayreti ve umudundan vazgeçmemiş bir ülkede, hegemonya mücadelesinin tamamlanması mümkün değildir.[12]
Modern dünyanın, küresel meta düzeninin, yeni bilgi teknolojilerinin, çok paranın olduğu yerde karşılaşmalar kaçınılmazdır, bu nedenle çokluğun olduğu yerde yerli ve milli bir kültür oluşturmak mümkün değildir. O zaman kültürel iktidarın kurulması da mümkün değildir. Kültürel iktidar zor yoluyla sağlanır gibi gözükse de iktidar kendini hiçbir zaman rahat hissedemez. Sivil topluma ulaşmak ve toplumun en geniş kesimlerinin rızasını almak gerekir. Cumhur ittifakı yurttaşlar için estetik bir insani var oluş olanağı, hakikat cesareti ve demokratik bir kültür yaratamamıştır. Siyasal İslamcılar çocuklarına nasıl davrandılarsa yurttaşlarına da öyle davranmışlardır. Kültürel iktidar imkânsız, kültürel hegemonya ise açıkça başarısızdır.
Çoğu muhafazakâr/liberal sanat ve düşün insanları, onaylamadıkları politikaları ve uygulamalarında siyasal iktidara karşı ses çıkarmıyorlar ama iktidarı açıktan desteklemiyorlar da. Ne var ki AKP kadrolarının övgüsünden son derece memnun olacağı şair ve düşünce insanı Sezai Karakoç iktidara istediğini vermiyor.[13]Karakoç’a göre, AKP’nin uzun süreli halk desteğine rağmen temel meselelerde elle tutulur bir ilerleme kaydetmediğini belirtiyor, ona göre özellikle dış politika başarısız. Karakoç, “İslam dünyası ile gelinen nokta fecaattır” diyor ve ekliyor: Türkiye’nin geleceği karanlık ve diğer ülkelerle çatışma tehlikesiyle karşı karşıya.”[14]AKP’nin eski danışmanlarından Ethen Mahçupyan’a göre, İslami kesimin gerçek anlamda düşünenleri, gerçekliğe çok yönlü bakabilen ve bunu derinlikli bir tespite dönüştürebilenler artık AKP mekanizması içinde yer almıyorlar. AKP son yıllarda kendi entelektüel arka planından yararlanmıyor, hatta aynı dönemde entelektüel potansiyeli olan birçok kişinin de ‘düz aydınlara’ dönüşmesine tanık olduğunu ifade ediyor.[15]Bu olgu iktidarın çekiciliği ile ilgili olsa gerek.
Tabi mahalleler arası konuşmanın oldukça hoyrat ve saldırgan versiyonları da var. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı, dolayısıyla yeni danışmanlardan Fahrettin Altun, şimdilerde ulaşılamayan bir twitt atmış. Diyor ki “Yeter Artık! Yerli ve milli bir kültür politikasının vakti gelmedi mi? İstiklal caddesinin göbeğinde bir kitapçıdan…” diyerek altına bir fotoğraf bırakmış. Fotoğrafta benim de yazarı olduğum çok yazarlı KHK Öyküleri, Selahattin Demirtaş’ın Seher, İdris Baluken’in Üç Kırık Dal, Eren Erdem’in Diktatör Devirme Sanatı, Elif Şafak’ın Sanma ki Yalnızsınadlı kitapları var.
Dikkatinizi çekmek isterim bu yazarların yarısı halen cezaevinde. Birisi cumhurbaşkanı adayı, ikisi eski milletvekili, ilk kitabın yazarlarının tamamı KHK ile üniversitelerinden ihraç edilmiş akademisyenler. Bu yazarlar ve eserler, Fahrettin Altun’a göre “yerli-milli” insan tipolojisini temsil etmiyorlar. Oysa sözü edilen kitaplar ister cezaevi koşullarında yazılmış olsunlar, isterse yarı açık Türkiye cezaevinde, geniş bir toplumsal kesime sesleniyorlar. Mahalleler karşı karşıya geldiğinde öteki mahalleden çok sayıda kitap çıkarken ekonomik ve bürokratik iktidarı elinde bulunan mahallenin kültür üretimine ilgisi düşük gözüküyor.
Bir internet sitesinde AKP’nin kültürel iktidarı neden kuramadığı sorusunun peşine düşülüyor. Samimi sorularla yola çıkan gazeteci yanıtı bulmak için çok sayıda aydının kapısını çaldığını, onlarla telefonla görüştüğünü belirtiyor. Gazeteciye göre, herkes bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi dertli. Ne var ki ilginç biçimde çok az sayıda aydın, konuşulanların yayınlamasına izin vermiş. Saatlerce süren sohbetler, hep “off the record” olarak kalmış. Ancak açık yüreklilikle konuşan az sayıda kişinin görüşleri röportajlar olarak yayınlanmış.[16]Bu aydınların bir yandan iktidarın koyduğu sansüre uydukları, bir yandan da kendilerine açıkça oto-sansür uyguladıkları söylenebilir.
Bir gazeteci ile dindar aydınlar arasında yaşanan bu olay bile, kültür üretimi üzerindeki baskıyı, sansürü ve oto sansürü anlatıyor. Üstelik AKP’nin kendi mahallesinden çıkan dindar aydınlar konuşmaya çekiniyorlar. Gerçekte bu da bir kültür, itaat kültürü kanımca. Öte yandan kültür üretimindeki çölleşmeyi iktidar meselesi olarak algılamak sorunlu bir yaklaşım, sanat iktidar kurmak amacıyla yapılmaz kanımca. Sanat, sanatçının duygu ve düşünce birikimleri ve toplumsal ve kültürel koşullar içince özerk ve özgür biçimde gelişir. Ne var ki baskılar kültür ve sanat üretimini sınırlar.
Dindar aydınların kamusal alana dönük açık tartışmalar yürütmemesini, Selçuk Orhan kapsamlı biçimde açıklıyor. Orhan’a göre sağın eleştirel yönü oldukça zayıf, kuşkusuz bu da kültür üretimini sınırlayan bir olgu:[17]
“Özünde sınıfsallık içeren bir eleştiri bu; ama sağ kesimi besleyen sınıfsal aktörleri, örneğin tarikatların ve cemaatlerin devletin gözü önünde sömürü aygıtları olarak işlemesine ses çıkarmadıkları için anlamını yitiriyor. Daha kötüsü, şeffaf olmanın, eleştirel olmanın, “dava”ya zarar vereceği düşüncesi yerleşmiş. Hâliyle, kol kırılır yen içinde kalır düşüncesiyle hareket ediyorlar. Kendi ifade özgürlüklerine ket vurdukları için değer üretemiyorlar. Ne sanatta ne de düşüncede…” Sağ içinde ifade özgürlüğünü ya da eleştiriyi talep eden çok küçük bir kesim var; bunların da bünyenin dışında tutulduklarını gözlemliyoruz. Kimileri, Antikapitalist Müslümanlar örneğinde olduğu gibi, marjinalleşmeye itiliyor… Sağ entelektüel, özellikle 80’li yıllardan sonra, hiçbir zaman doğrudan bireylere yazmadı, doğrudan halka seslenmedi. Bu çok tuhaf gelebilir; ama halkla doğrudan konuşma ayrıcalığı tarikat şeyhlerine, cemaat ağabeylerine ya da parti sözcülerine bırakılmıştı.”
Bu röportajlar esnasında Murat Belge ile de görüşülmüş,[18]Belge siyasi iktidar ile kültürel iktidar arasında bir bağ olduğu fikrine karşı çıkıyor.Belge’ye göre, “siyasi iktidarlar liman ve demiryolu yaparlar ama kültür yapmazlar.” İktidarların görevi, herkesin kültürünü rahat biçimde yaşadığı, kültür ürünlerinin kolay erişilir hale getirildiği bir iklim yaratmaktır diyor ve devam ediyor:“… Kültürel olmanın siyasi iktidarla ilgisi olmayan, kendi içinde yolları var” diyen Belge, “Onları yerine getirdiğin zaman bir Sezai Karakoç ya da Cahit Zarifoğlu oluyorsun ama bunu çok az kişi yapıyor” diyor.
Kendileriyle röportaj yapılan Yusuf Kaplan ile Müfit Yüksel’in görüşleri, siyasal iktidarın kültürel alandaki uygulamalarını eleştirel bir zeminden ele alır nitelikte. Yusuf Kaplan[19]Sezai Karakoç’ların devamı olacak bir fikriyatın tohumlarının ekilmesi gerektiğini” ifade ediyor. Kaplan’ın düşüncesine göre, “kültür ve sanat kendi içine kapanmamalıdır. Batı düşüncesi ile verimli ilişkiye geçebilecek, Kant’ı, Nietzsche’yi, Goethe’yi, Schiller’i, Picasso’yu okuyarak ve tanıyarak, semantik müdahale ile beslenebilecek kişiler yetişmeli” diyor. Ortaöğretim Tasarımında dünya edebiyatına dair hiçbir dersin olmaması, kültür ve sanatın içe kapanması anlamına geliyor.
Modernleşme ve rantla birlikte Müslümanlara ait bütün merkezlerin adeta kaybedildiğini ifade ediyor Müfit Yüksel:[20]“İstanbul’a baktığımızda içinde tarihi eserler duran beton yağmasına uğramış modern bir kenti görüyoruz. Yüksel, AKP’nin ve AKP’yi doğuran siyasi hareketin yaptığı büyük hatalardan birinin Kur´an kurslarına ve İmam-Hatip okullarına endeksli bir kültür yaşamı sürmeye çalışması olduğunu söylüyor. Dindarların, karşı karşıya geldiği seküler kentli elitin güç taşlarını ele geçirebileceği bir zeminin ortada olmadığını öne süren Yüksel, alternatif bir kültürün üretilemediğini ve “karşı” kültürle becayiş edilecek bir atmosferin de ortaya koyulamadığını ifade ediyor.
Yüksel’in İHL kökenli ve kuran kursundan gelen gençlere dair gözlemleri onun görüşlerini destekliyor. Gençlerde, çok ciddi bir özgüven eksikliği olduğunu, gençlerin çok “ezik” olarak yetiştirildiklerini, mahalle değiştirdiklerinde büyük travmalar yaşadıklarını belirtiyor. “Siyasi kariyerleri hızla tırmanmak isteyen ve sahte kimlikler giymiş gençlerden pek umudu olmadığını” belirtiyor Yüksel. Sözlerinin devamı ufak farklılıklarla gençlerin halini anlatıyor: “Nargile içen, fiziği düzgünse onu pazarlayan, arzu ettiği her şeyi artık kolay kavuşabilen, sanalda dünyaya açık gerçekte ailesine bile yabancı olan bu bireyler acımasız rekabet içinde ahlaki sorumluluk tanımayıp merdivenleri atlamak isteyen kimselerdir. Bunlar Sezai Karakoç´un sadece adını bilirler, belki kitap kapaklarını görmüşlerdir…”
Yeni Şafak Köşe yazarı Hayrettin Karaman, İslami niteliği yüksek derslere, belki de okullara yönelimin olmadığını şöyle ifade ediyor: “Son yıllarda okullara Kur’an-ı Kerim, Peygamberimizin Hayatı ve İslam Bilgisi dersleri kondu. Bu dersler zorunlu değil, seçmeli idi. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bu ülkede bu dersleri seçen insan sayısının azlığı ibretlik bir olaydır.”[21]Karaman’ın ifade ettiği gibi, Türkiye yüzde doksan dokuzu Müslüman bir ülke değildir! Bu İslamcı bir iddia ve hayaldir. Bu ülkede Aleviler, Hıristiyanlar, dinden özerk bir yaşam sürdüren milyonlarca insan var. Üstelik Karaman’ın kendisinin de çok iyi biçimde ifade ettiği husus, bu ülkenin yurttaşlarınca da görülüyor: “Eline para geçen ve zengin olan “dindarlar”, lüks ve israfta dinsiz veya dini hayatı gevşek/kusurlu olanları fersah fersah geçtiler.” Bu yüzden ahlakla para ve güç yönelimli kapitalist/bürokratik bilgi ve yönelimler yan yana geldiğinde ahlak alanı terk ediyor.
Kültürel iktidar konusunun tartışıldığı bir panelde İlahiyatçı yazar Hidayet Ş.Tuksal konuyu kadın bakış açısıyla değerlendiriyor.[22]Yazar, kültürel iktidarın erkeklerde olduğunu ifade ederken kültür üretiminde kadınların görünmezliğine işaret ediyor. Kadınlar, kültür üreten ve kültürel oluşa katılan kişiler değil, Tuksal’a göre kadınlar halen anne olan ve çocuk yetiştiren, ev işi yapan insanlar olarak görülüyorlar.
Bir arama motorundan Müslüman kültürü ile ilgili bir tarama yaptım. Karşıma çıkan ilk kitap, V.V. Barthold’un yüzyıl önce kaleme aldığı Müslüman Kültürüadlı eseri. Kitap 2013 yılında Ayrıntı Yayınlarından basılmış. ArdındanArslan Abdurrahman’ın, İletişim Yayınlarından çıkan Modern Dünyada Müslümanlaradlı kitabı anımsadım. Kitabın modernizme dönük anlamlı eleştirileri var. Bununla birlikte, kültür alanında özgün Müslüman deneyimler olarak İslami kolejler ile imam hatip ortaokul ve liselerini veriyor. İslami kolejler biliyorsunuz 15 Temmuz darbe girişimi sonrası kapatıldı, binlerce öğretmen işsizliğe mahkûm edildi, bugün acılar hala devam ediyor.
Düşüncelerinden dolayı siyasetçilerin, gazetecilerin, akademisyenlerin öğrencilerin gözaltı ve tutuklamalara maruz kalması en büyük etkiyi muhafazakâr kesimde yaratıyor kanımca. Bu baskılar eleştirel yönü zayıflatıyor. Demokrasi kültürü, eleştirmeyi ve eleştiriye katlanma becerisini geliştirmeyi gerektiriyor. Eleştiri kültürünün gelişmemesi, düşünce ve sanat üretimi sınırlanıyor. İktidarın uyguladığı sansür, oto sansürle birleşince düşünce ve sanat üretimi mümkün olmuyor. Dindar aydınlar kamusal alana dönük tartışmalar yürütmeyince, ne kendi bahçeleri farklı düşüncelerden esinleniyor ne de diğer bahçeler bu tartışmalardan haberdar oluyorlar. Kendi içine kapalı düşünce ve sanat üretken olmuyor. Öte yandan sağ, kadınlara biçtiği geleneksel rolle nüfusun yarısını daha baştan kültür üretiminden dışlamış oluyor. Gerontokratik baskı, gençlerin fark yaratmalarını önleyemese de ciddi biçimde sekteye uğratıyor. Gençler, para, iş, siyasi kariyer hedefleri tarafından kapıldığında, düşünce ve sanat gündelik hayatın bir parçası olmaktan çıkıyor. Dine dair daha çok ders almak, kapitalizmin bireyci, faydacı, pragmatist bireyini ahlaklı hale getirmiyor.
Solun en önemli değerleri eşitlik, özgürlük ve adalettir. Kapitalizmin sivri toplumsal piramidi karşısında daha eşit, yatay, özgür ve adaletli bir toplum düşü sol entelektüelleri, sermaye sınıfı ve devletle çatışmacı/eleştirel bir kültür/yaşam tarzı üretmeye ve kültür üretiminde bulunmaya zorlamıştır. Devlet de kamusal alanda söz kuran, kamunun önüne sıkıntı veren sorular getiren, siyasal iktidarı desteklemeyen sanatçı ve entelektüellerden hoşlanmadığını açıkça ifade ediyor. Anımsayalım, akademisyenler, bir cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, milletvekilleri, siyasetçiler, avukatlar, üniversite öğrencileri cezaevindeler, yüzlerce barış bildirgesi imzacıları bugün ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyor.
Eleştiri kültürü, sol düşünce ve eylem içinde oldukça gelişkindir. Eleştiri kültüründen sol bahçenin bizatihi kendisi de payını alır, yani solun okları kendisine de dönebilir. Sol, muhafazakâr çevrenin dışında kalan liberal ve demokrat düşünce ve sanat insanlarına anti-entelektüalizm değerlendirilebilecek düzeyde uzak durabiliyor. Eleştiri kültürü, düşünce ve sanat üretiminde “fark” yaratır. Bu farklanma, bir yandan politik anlamda çok sayıda siyasal parti, siyasal düşünce geleneği, dergi çevreleri, platform ve inisiyatif gibi çok çeşitli örgütlenmeler yaratırken bir yandan da bu örgütlenmeler mekansal, zihinsel ve ilişkisel gettolar oluştuğunda ortak amaçlar doğrultusunda birlikte hareket etmeyi güçleştiriyor.
Rümeysa Kiger’in Selçuk Orhan’la yaptığı röportaj[23]kültür üretimi konusunda oldukça derinlikli bir bakışı ortaya koyuyor. Kültürel iktidara sahip olma ya da olmama bir yanıyla devlet ile sanatçı/entelektüel ilişkilerinden etkileniyor Orhan’a göre. Bu durumda ortaya bir soru çıkıyor: Devletin sanatçısı olmak mı yoksa bağımsız özerk aydın olmak mı kültür üretiminin niteliğini yükseltiyor? Bu esastan bir soru. Bana kalırsa yanıtı açık: devletle ilişkilenme ve güvence arama bir yandan sansürü diğer yandan devlet sansüründen daha etkin olabilecek biçimde oto-sansürü gündeme getiriyor. Devletle sansürsüz bir ilişkilenme, ancak kitlelerin/yurttaşların iyi bir kültür izleyicisi olması ve demokratikleşme ile ilişkili. Bugün her iki konuda da çok geride olduğumuzu düşünüyorum.
Orhan’a göre[24]sağ açısından sanat hiçbir zaman öncelikli bir konu değil, muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. Aslında solun, siyasî bir sol olarak, sanatta temsili konusunda da sorun var. Siyasî bir sol olarak, yani örneğin sosyal mücadelenin sanata taşınması gibi bir amaçla yola çıkıldığında, sanatçı içerik olarak bir güvence buluyor. Orhan’a göre “her güvence sanatta sığlaşmadır.”Sanatçının zihni yapıtın dışında belli değer yargılarına göre çalışıyor olabilir; yapıtı kurmaya başladığında da belki tam özgür değildir, ama sanatsal zihin –eğer varsa, eğer oradaysa– başına buyruktur. İşte, bu nedenle Cahit Zarifoğlu’nun veya Diego Rivera’nın sanatçı olduğunu söyleyebiliyoruz.” Ama bu tür isimler sağ içinde normalleştirilmez; sapma olarak kabul edilir, saygı duyulsa bile onlara temkinli yaklaşılır.
Sağ ve solun kültür üretimi konusunda bir karşılaştırmayı sanatta tutuculuk üzerinden yapıyor Orhan. Sanatta tutuculuktan uzaklaşmakgerekiyor diyor. Bu solun sağdan çıkan eserleri sağın da soldan çıkan eserleri okuması ile mümkün. Bana kalırsa bu mekânsal, zihinsel ve ilişkisel gettoları kırmak anlamına geliyor. Orhan’a göre kütüphanemize sansür uygulamamak gerekiyor. Sol, diğer sollardan çıkan eserleri okumaya, izlemeye, tartışmaya kısacası görmeye açıktır. Her şeye rağmen, sol kesimin yazarları/şairleri sağcı entelektüellerce okunsa da, sağ yazarların sol kesimde okunma oranı daha düşüktür. Gettoları kırmak için 80’lerin ortalarından başlayarak ortak dergicilik/yayıncılık denemeleri iyi örnekler olarak görülüyor.
Toplumun yapı taşının bireyler olmaması, Orhan’a göre önemli bir sorun, hatta Türkiye’ye özgü bir hastalık da denilebilir. Cemaatler; örgüt, parti, aşiret, hatta mahalle biçimindeki formlar kültür hayatını çoraklaştırıyorlar. Bu eleştiri demokratik olmayan sola da yöneltiliyor. Orhan, Türkiye’de kültür üretimi konusunda umutsuz değil. Sağ kesimde, yeni bir kuşak yetişiyor ve edebiyat, sanatla, düşünceyle ilişki kuruyor. Solu da okuyor. Batı’yı da. Bunlardan yola çıkarak belki kendi içinde bir özeleştiri de geliştiriyor ve mesela hidayet romanlarını değersiz bulmaya başlıyor, geçmişte kendisine belletilen değerleri sorguluyor. Necip Fâzıl gibi isimleri bile. Orhan’a göre, belli değer yargılarına sıkı sıkıya bağlanan bir sanat olabilir. Modern sanat, değer yargılarını esnetmeye ya da kırmaya eğilimlidir evet, ama muhafazakâr yani belli değerleri bağlayıcı kabul eden bir anlayışla sanat yapmanın önünde bir engel yoktur. Ne var ki sağ kesimin kendi değerlerini veya acılarını sanata incelikli bir şekilde aktarabildiği örnekler yok denecek kadar az. Öte yandan sağdan gelen erkek bir sanatçıya bahsettiğin gibi bir temkinle de olsa sıcak bakılıyor belki, ancak kadınların hemen hemen hiç şansı olmuyor.
Mehmet Fatih Uslu”[25]iktidar çevrelerinin “devlet artık “biz”imken ve artık “biz”im kendi zenginlerimiz varken, neden bu kültürel iktidarsızlık?” sorusuna farklı boyutlardan yanıtlar veriyor. Yakın tarihe baktığımızda, askeri darbeler özellikle sol çevrelerin üzerinden buldozer gibi geçti. Hayatta kalabilmek için sol çevreler, kültür piyasasında zorlu bir mücadeleyle kendilerine alan açtılar. İletişim, Metis veya Can gibi yayınevleri kendilerini devlet desteğiyle var etmediler. Uslu’ya göre tam da burada, söz konusu kültürel iktidar tartışmasında, devlet ve burjuvazinin ötesinde bir kültür piyasası var. Ne var ki “Okura, seyirciye, kültür tüketicisine, Cervantes’in tabiriyle “halk denilen o eski kanun koyucu”ya yüzün dönülmediğini, onun taleplerinin ve belirleyiciliğinin tartışılmadığını, hatta umursanmadığını görüyoruz.”
Uslu, iktidar olma ama kültürel iktidar olamama olgusunu sivil alanın niteliği üzerinden tartışıyor, kültür üretiminin mekânı olan sivil alanın giderek devletleştiğini ifade ediyor. Bu yoruma katılmamak mümkün değil, sivil alanın çeşitli muhalif örgütlenmeleri 16 Temmuz sonrası kapatıldı, bir kısmı da baskı altına alındı. Kamusal alanda İslamî renk giderek belirgin hâle gelirken, bu sivil alan da giderek devletleşti. Doğrudan ya da dolaylı olarak kamu fonuyla beslenen eski sivil aktörler de, iktidarla göbek bağına sahip olmamanın avantajını ve özgürlüğünü kaybederek, özgürce konuşma ve üretme imkânını yitirdiler. Uslu’ya göre, sivil alanın yitimi olgusu ile yüzleşmekten kaçınılıyor: “Baba’ya bırakın isyan etmeyi, onu eleştirmeye bile gözü kesmeyen muhafazakâr kültür alanının aktörleri, içinden geçtikleri bu dönemi hakikaten anlamak, tarihselleştirmek ve eleştirmek istiyorlar mı? Gerçekten sahip olunan yeni imtiyazları bırakıp gidecek cesaretleri var mı?”[26]
Efe Murat Balıkçıoğlu[27]na göre, Türkiye’deki sağın kültürel söylemi, Osmanlı ve İslam’a dayanmakta ama bu kültürel söylemi kullananlar, ne kaynakların zenginliğinin farkında ne de onlarda bu kültürde derinleşebilecek alet bilgileri mevcut:
“Ayrıca, Arapça ve Farsçanın inanılmaz bir seküler edebiyatı, erken klasik döneme kadar inen din dışı hümanist metinleri var. Türkiye’deki muhafazakârlar bu zengin literatürün farkında olsalar bile bu özelliği (bilerek ya da bilmeyerek) göz ardı etme eğilimindeler—tabii ki bu dünya görüşleri, hizipçi davaları ve önyargılarının bir sonucu. Bilhassa son dönemde Türkiye’deki sağ kültürün devlet nimetinden faydalanmaya alışmış olması da bu kültürel yozlaşmanın cabası…Oysa İslam kültürü demek, İslam’ın tektipleşmiş Sünnî reflekslerini taklit demek değil, zengin kaynakları tahkik, yani tasavvuftan şiire, âdâbü’l-bahsten kelâma özgün bir sentez oluşturabilmek demektir”
Goethe’ye göre, çürümüş, yıkılmaya ya da çözülmeye yüz tutmuş bütün tarihi dönemlerde, çok belirgin bir öznelcilik göze çarpar. Bütün ilerici dönemlerde ise, dünyayı kendi bütünselliği içinde ve olduğu gibi kavramak gerçeği görülmektedir.[28] Buna bir örnek olarak bir şairi ele alır: “Bir insanın sadece hissettiklerini yazması onu bir şair yapmaz. Oysa bir insan, yüreğinde dünyayı taşıdığı ve bu dünyayı dile getirebildiği sürece büyük bir şair olabilir. Öte yandan, Hegel’in öğretisindeki en anlamlı tanımlama şudur: Üretken (gerçek) insan, pasif ve alıcı biçimde değil de, ancak aktif olup dünya ile bütünsel bir ilişkiye geçerek kendini bulur, bilir ve bir insan (yani kendisi) olur. Hegel için bütün bireysel güçlerin, becerilerin ve potansiyellerin geliştirilmesi, yalnızca sürekli bir faaliyet içinde sağlanabilir. Asla kendinden vazgeçme ya da tembel bir kabul edicilik ile değil.
Bu bağlamda, Spinoza, Goethe, Hegel ve tabi ki Marx için, bir insan, yalnızca üretken olduğu sürece canlı ve yalnızca kendi dışındaki dünyayı kavradığı, kendisinin tipik (doğal ve insani) güçleriyle bu dünyayı dile getirdiği, kendini dışa vurduğu ve bu yolla dünyaya ayak uydurduğu sürece hayat doludur. Aksi halde, yani bir insan üreten olmadığı, pasif ve kabul edici olduğunda, o bir hiç olacaktır. Artık o bir canlı değil bir ölüdür. Bu nedenle insanlar, yalnızca belli bir üretken faaliyet içinde kendilerini gerçekleştirebilmekte ve kendi içsel doğalarına ve kendi varlıklarına geri dönebilmektedir.[29]
Görünen o ki kültür kader değil, pek çok etkiye açık toplumsal bir inşa. Bu bağlamda hem iyi yaşama uygun bir kültürde yaşamak hem de kültür üretmek mümkün. Ne var ki bir kültürün öteki kültürler üzerinde iktidar kurması imkânsız.
Entellektüel kategorisi denilince, Edward Said’in seçkin eserine referansta bulunmak adeta zorunluluktur. Kitap öncelikle, entelektüellere ilişkin farklı açıklamaları inceliyor. Benda’nın deyişiyle gerçek entelektüeller “özünde pratik amaçlar gütmeyen faaliyetler yürüten”, bir sanat ya da bir bilimle ya da metafizik spekülasyonla ilgilenmekten keyif alan, özetle manevi avantajlara sahip olan, yani bir bakıma söyle diyen kişilerdir: “Benim krallığım bu dünyanın krallığı değil.” Benda’nın entelektüeli, dünyadan tamamen elini eteğini çekip fildişi kulesine kapanmış bir avuç insan tanımına karşılık gelir.[30]
Benda’dan farklı olarak Gramsci, fildişi kulesindeki entelektüelin karşısına somut hayatın içindeki entelektüelleri çıkarır. Gramsci’ye göre, bilginin üretilmesi ya da dağıtılmasıyla bağlantılı herhangi bir alanda çalışan herkes entelektüeldir. Hatta, Gramsci’nin Hapishane Defterleriadlı kitabında yazdığı gibi “bütün insanlar entelektüeldir, ama toplumda herkes entelektüel işlevi görmez”. Said’e göre[31]Gramsci toplumda entelektüel işlevi görenlerin ikiye ayrılabileceğini göstermeye çalışır: Birincisinesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler gibi geleneksel entelektüellerdir.İkincisi ise entelektüelleri, çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olduklarını düşündüğü organik entelektüellerdir. Gramsci’ye göre, organik entelektüeller toplumsal yaşama etkin olarak katılırlar. Çoğunlukla aynı yerde kalan, yıllar yılı aynı işleri yapan öğretmenlerle papazların tersine; organik entelektüeller, her zaman hareket halinde olduğu için varlığı oluşum halindedir. Kültür üretimi bağlamında öğretmenin spesifik bir konuyu örneğin İngilizceyi öğretirken, dilin egemen siyasal içeriğini aktaran öğretmeni “geleneksel öğretmen”, alternatif siyasal çıkarımlar konusunda öğrenci için pencereler açan öğretmeni de “özgürleştirici öğretmen” olarak tanımlamak mümkündür.
Siyasi anlamda entelektüeli, Michel Foucault, “bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini siyasi mücadele alanında kullanan kişi” olarak tanımlıyor. Entelektüellerin bildiği, ama kitlelerin bilmediği çok önemli bir şey vardır: Hakikat. Foucault’a göre “… Entelektüel hala hakikati görmemiş olanlara, hakikati söyleyemeyenler adına, hakikati söylüyordu; entelektüel vicdandı, bilinçti, belagatti. Entelektüel bu anlamda, kitlelerden ayrı bir yerde durur, çünkü evrensel bir hakikatin bilincine sahip olduğu için “evrenselin sözcüsü” konumundadır:[32]
“Nasıl proletarya, kendi tarihsel konumu gereği evrenselin taşıyıcısıysa (ama evrenselin dolayımsız, yansımasız, kendisinin pek de bilincinde olmayan taşıyıcısı) entelektüel de ahlaki, teorik ve siyasi seçimi yoluyla bu evrenselliğin bilinçli ve gelişkin biçiminin taşıyıcısı olmaya özenir. Böylece entelektüel, karanlık, kolektif biçimi proletaryada cisim bulan bir evrenselliğin berrak, bireysel biçimi olarak görülür”.
Hakikat aygıtının genel işleyişi ile bağlantılı olarak entelektüelin üç yönlü özgüllüğü vardır Foucault’a göre: İlk olarakkendi sınıfsal konumunun özgüllüğü, ikincisibir entelektüel olarak durumuyla ilgili (araştırma alanı, boyun eğdiği veya başkaldırdığı siyasi ve ekonomik talepler) bağıntılı olarak yaşam ve çalışma koşullarının özgüllüğü; son olaraktoplumumuzdaki hakikat siyasetinin özgüllüğü.
Entelektüelin işlevini ve onun özgül kamusal rolü Edward Said’in eserinde oldukça iyi tanımlanıyor:[33]“Entelektüel belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir.” Özgürlük ve adalet davasında bu rolün özel yanları şunlardır: “kamunun önüne sıkıntı veren sorular getirme”, “ortodoksiye karşı çıkma”, “hükümetler ve büyük şirketlere ait olmama” ve “sorunları temsil etmek için var olma.
Entelektüeli “trajik bir kişilik” olarak betimleyen Cangızbay’a göre (2006, s.68), bunun nedeni, onun projesini hiç bir zaman ve hiç bir şekilde tam olarak gerçekleştiremeyeceğini, yani kendisini göreli’den tümüyle sıyırıp mutlak ve evrensel olanla buluşamayacağını bile bile böyle yapmasıdır.
“Varlığın/gerçekliğin sadece kendisinin bulunduğu nokta itibariyle göründüğü/duyumlandığı/yaşandığı biçimi ve bölümüyle yetinmeyi kendine yediremeyip, kısmiye, cüz’iye, ariziye, geçiciye ve göreliye hapsolmaktan kurtulmak üzere evrensel ve mutlak olanın zorunlu ‘tek’liğinin peşine düşmüş olan insanın (entelektüelin) idealindeki şey, bir yerde değil her yerde, birisi değil, herkes; sadece şimdi değil, her zaman olmak/varolmak, kısacası “bütün”ü kuşatmaktır.
Entelektüel hala hakikati görmemiş olanlara, hakikati söyleyemeyenler adına, hakikati söyleyen kişilerse ve yine entelektüel vicdan, bilinç ve belagat ise entelektüellerin çoğaldığı bir toplumda “kilitli odalar” kalmaz. Bireyler, yaşam uğraşısında hesap vererek ilerlerler. Kamuoyunu ilgilendiren her konu açık biçimde tartışılır. Sol ve sağ kanat entelektüellerin uzun zamandır ihmal ettikleri kamusal işlevlerini yerine getirmeleri, Türkiye’de kültür üretimi ve yeni öznellikler üretimini doğrudan destekler. Kültürel olarak iktidar olmanın değil, kültür üretmenin, yeni ve anlamlı yaşamların sürdüğü bir kültüre ulaşmanın yollarını aramak gerekir.
Kaynaklar:
[1]Özgür Taburoğlu, 2013, Resim, Söz ve Yazı İmge Yaratmanın ve Bozmanın Yolları, Ankara: DOĞUBATI Yayınları, s.18.
[2]https://t24.com.tr/k24/yazi/turkiye-de-kulturel-iktidar-sagda-mi,2271A
[3]Sevinç Doğan (2017) Mahalledeki AKP Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma.Üçüncü Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s.107.
[4]https://t24.com.tr/k24/yazi/guzel-sureyya,2261
[5]https://t24.com.tr/k24/yazi/prospero-ile-taliban,2263
[6]https://t24.com.tr/k24/yazi/murat-belge,2260
[7]https://t24.com.tr/k24/yazi/ideallerden-ihtiraslara-kurulamayan-kulturel-iktidar, 2277.
[8]https://t24.com.tr/k24/yazi/akp-nin-kultur-sayfasindaki-soluk-resim-sanatcilar,2267, 10.06,2019.“Bugün Türkiye’de adam kayırmacanın, siyasî iktidar çevrelerine açık servet aktarımının, trafik kazalarından, ensest ve tecavüze ve kadın katline veya iş cinayetlerine kadar birçok noktada “cezasızlığın” en ağır biçimleriyle birlikte yaşıyoruz. Banallik, ilişkilerde kötücüllük ve karşılıklı saygı yitimi gibi noktalarda kendini gösteren bir ahlakî çöküntüden, kültürün özünde içermediği savunulan bir lümpenleşmeye savruluştan söz ediyoruz. Kısacası AKP eliyle yaratılmış olsa da geniş toplum kesimlerince açık rıza verilmiş ya da kabullenilmiş bir “kültürel” dönüşümden söz ediyoruz. Yine de bu konularda temkinli olmak esas. Lümpenleşmenin ve hatta AKP’ye imkân veren koşulların çok daha önceden oluşmaya başladığını hatırlamak şart.”
[9]https://t24.com.tr/k24/yazi/murat-belge,2260
[10]Aynı.
[11]https://t24.com.tr/k24/yazi/safiye-erol,2264
[12]https://t24.com.tr/k24/yazi/akp-nin-kultur-sayfasindaki-soluk-resim-sanatcilar,2267, 10.06.2019.
[13]Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı.
[14]https://t24.com.tr/haber/sezai-karakoc-ak-parti-meseleleri-cozemedi-turkiyenin-gelecegi-karanlik-catismalar-kapida,298209, 1.06.2019, “Dışpolitika İslam âlemine açılma başarısızlıkla sonuçlanmıştır, Mısır, Suriye ve Libya ile olan ekonomik ilişkiler dahil bütün bağlar kopmuş, bölgedeki bölünmeler ve parçalanmalar sonucunda, bazı ülkelerle birlikte bir tarafa savrulmuş olan ülke, diğer her bir İslam ülkesi gibi, geleceği karanlık ve diğer ülkelerle çatışma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumdadır. Bu durum şüphesiz Batılı ve Doğulu büyük devletlerin İslam dünyasını parçalama, istila ve işgal emellerinden doğmaktadır. Ancak bunu önceden görüp diğer İslam ülkelerini uyarmak ve buna bir çare aramak, bunun için bir araya gelmek, birleştirmek gerekirken Batılılarla birlikte hareket etmek, onların çizgisinde yürümek, hep tabii olmak hiçbir zaman gerçek bir insiyatif kullanamamak, ülkemizin geleceği için en büyük bir handikaptır.”
[15]https://www.aksam.com.tr/etyen-mahcupyan/yazarlar/akpnin-aydinlari/haber-451199
[16]http://www.haberdurus.com/haber/bolum-iii-ak-parti-kultur-iktidarini-neden-kuramadi-mufid-yuksel-imam-hatipliler-eziklik-duygusunu-asamadi-33847.html
[17]https://t24.com.tr/k24/yazi/ideallerden-ihtiraslara-kurulamayan-kulturel-iktidar,2277
[18]https://www.independentturkish.com/node/30881/k%C3%BClt%C3%BCr/b%C3%B6l%C3%BCm-ii-ak-parti-k%C3%BClt%C3%BCr-iktidar%C4%B1n%C4%B1-neden-kuramad%C4%B1-murat-belge-h%C3%BCk%C3%BCmetler
[19]https://www.independentturkish.com/node/31161/k%C3%BClt%C3%BCr/b%C3%B6l%C3%BCm-i-ak-parti-k%C3%BClt%C3%BCr-iktidar%C4%B1n%C4%B1-neden-kuramad%C4%B1-yusuf-kaplan-k%C3%BClt%C3%BCrel-iktidar
[20]http://www.haberdurus.com/haber/bolum-iii-ak-parti-kultur-iktidarini-neden-kuramadi-mufid-yuksel-imam-hatipliler-eziklik-duygusunu-asamadi-33847.html
[21]http://www.islamianaliz.com/h/71766/karaman-zenginlesen-dindarlar-luks-israf-ve-haksizlikta-dindar-olmayanlari-fersah-fersah-gectiler
[22]https://www.haberturk.com/bursa-haberleri/63829162-yazarlardan-kulturel-iktidara-bakis#
[23]https://t24.com.tr/k24/yazi/ideallerden-ihtiraslara-kurulamayan-kulturel-iktidar,2277
[24]Aynı.
[25]https://t24.com.tr/k24/yazi/kulturel-iktidar-mehmet-fatih-uslu,2285
[26]Aynı.
[27]https://t24.com.tr/k24/yazi/turkiye-de-kulturel-iktidar-sagda-mi,2271
[28]Erich Fromm, bkz.Goethe’nin Eckermann İle Sohbeti
[29]Aynı.
[30]Edward W. Said, Entelektüel Sürgün Marjinal Yabancı.İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995.
[31]Aynı.
[32]Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi Seçme Yazılar1 (İkinci Baskı) İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005, s.31-32.
[33]Edward W. Said, Entelektüel Sürgün Marjinal Yabancı.İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995.
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…