Yaklaşan Kriz: Çevre felaketi, Global Et Kültürü ve Sağlığınız – Dr.Steve Best

1- Batı Kültürünün Diyalektiği

Bir çok açıdan Batı kültürü insan medeniyetinin zirvesidir; bilimsel ve teknolojik başarıları açısından paraleli yoktur; aydınlanmanın ve eleştirel aklın yuvasıdır; Plato’dan Kant’a ve Nietzsche’ye dek felseficilerin tapınağı olmuştur; her bireye teorik bile olsa ırk renk, cinsiyet ve inanç farklılıklarını ayırt etmeden haklarını teslim eden demokrasi geleneğini kurmuştur.

Ancak Batı kültürünün pek de düşünmek istemediğimiz bir başka yüzü daha vardır, çirkin ve yaralı bir yüzü daha vardır, akıl ışığının karanlık tarafını oluşturu, burada bütün hayat çeşitlerinin sömürülmesine ve egemenlik altına alınmasına dayanan bir kültürle karşı karşıya kalırız.

İncil’le, Yunan felsefesiyle, yeni dünyaların keşfiyle, bağımsızlığın ilanıyla ve göz kamaştırıcı tıbbi ve teknolojik gelişmelerle aynı anda köleliği, otoriteryanlığı, engizisyonu, emperyalizm, soykırımı, hayvanların korkunç sömürüsünü ve doğal dünyanın iğfal edilmesini bir arada görüyoruz.

Batı kültürünün bu karanlık yüzü bizleri felaketin eşiğine getirdi—ekolojik, sosyal, ekonomik, ruhsal ve bedensel olarak.

Kadim Doğu kültürlerinde ahimsa prensibini görüyoruz—yani zarar verme arzusunun yokluğunu; bu prensibin hayat büyük bir saygı duyduğunu, yaşayan varlıklarla derin bir bağlılık hissi taşıdığını ve dünyayla bir uyum içerisinde olma tarzını içerdiğini biliyoruz.

Ancak Batı kültürü modern haliyle kontrol etme arzusu üzerine kurulmuştur; insanları doğal olan herşeyden ayıran bir kibir duygusuyla doludur; aslında Batı kültürü doğadan nefret eden bir kültürdür.

Batı zihni kültür ve doğa arasındaki keskin ayrıma üzerine kurulmuştur; kültür aklın alanıdır, bu alana da yalnızca insanlar aittir ve bu alanda insanlar akılcılığı bir kontrol aracı olarak kullanmaktadır; tamamen duygu ve tutkuyla dolu ama akıl yönünden eksik görülen kadınlar doğa alanına indirgenmiş ve bu yüzden de doğa ve hayvanlarla beraber kontrol edilmesi ve sindirilmesi gereken nesneler olarak muamele görmüştür.

Bu düalizmin sonucu olarak kültür doğal tarihten kopmuştur çünkü akıl duygulardan arındırılmıştır. Doğanın yaşayan canlıları kadın olsun hayvan olsun sadece biyoloji düzeyine indirgenmiş kompleks sübjektif hayatlara sahip oldukları gerçeği reddedilmiştir.

Yani bir iki sözcükle özetlemek gerekirse Batı kültürü ataerkil ve antroposentriktir- insancıdır, erkek egemenliğindedir ve insan merkezlidir; insan var olan herşey için bir ölçüdür, neyin değerli olduğunun ölçütü odur; yaratılışın zirvesine kendisini koyar- Tanrı’dan hemen sonra, 2.dir-,var olan herşeyi amaçlarına ulaşmak için orada bulunan araçlar olarak görür, onların kendileri olmaktan kaynaklanan bir iç değeri yoktur, sadece araçsal bir değerlerinden söz edilebilir.

Yahudi dini insan ve doğa arasında keskin bir ayrım yaratan ve doğanın kutsallığının yok olmasına sebep olan ilk dünya diniydi; Hristiyanlık’ta Tanrı’nın insanı kendi imgesinde yarattığı ve Tanrı’nın insanın sahibi ve yöneticisi olduğu gibi insanın da Dünyanın ve hayvanların sahibi ve yöneticisi olduğuna dair bir değerler sistemi görüyoruz.

Bu tavırlar Yunan hümanizmi, ortaçağ ve rönesans felsefesi ve modern bilim kanalıyla günümüz dünyasına gelinceye dek aktarılmıştır.

Aristo’nun Batı kültürünün faydalanmacı değerler sistemini çok güzel ifade ettiği gibi, “bitkiler hayvanlar için vardır, hayvanlar da insan için… doğa hiçbir şeyi amaçsız yaratmadığına göre hayvanları da insan için yarattığı kesinlikle doğrudur.”

Eğer herşey insan için yaratıldıysa, o zaman insanın tek yapması gereken kainatın kurallarını keşfederek bu kuralları hayatın kontrolü için uygulamasıdır; işte Bu Bacon ve Descartes’ın modern dünyanın şafağında sahip oldukları düşüncelerdi; Bacon’ın sözleriyle söylersek “ bırakın insan ırkı ilahi mirası olan doğa üstündeki hakkını kazansın;” tabii insan bacon’ın yazılarının şiddet, fetih ve tecavüz imgeleriyle dolup taşmasına hiç şaşmıyor böylece;Descartes zihni bedenden, insanları hayvanlardan katı bir şekilde ayırmıştır, dünyayı devasa bir makine olarak görüp insanın “doğanın efendileri ve sahipleri olması” gerektiğini söylemiştir.

Doğayı kutsallığından kopararak Batı zihniyeti diğer kültürlerin evrim geçiren ve yaşayan süreçleri rahatsız etmekten duyduğu çekingenliği bir kenara atarak onu sömürebilmiştir; modern bilimin doğuşundaki bir diğer önemli isim olan Robert Boyle’dan da burada bir alıntı yapabiliriz:” insanların doğa dedikleri şeye duydukları hürmet insanın tanrı’nın bu aşağı yaratıkları üstündeki hakimiyetinin önünde bir engeldir”.

Açıkça görülüyor ki hayata duyulan saygı ona hükmetmenin önünde bir engeldir; bilim insanlarının eğitimindeki en önemli bölümlerden birisinin hayata karşı duyarlılığın yok edilmesi olmasına şaşırmamak gerek, saygının “nesnellik”le yer değiştirmesi hayvan deneylerinde tanık olduğumuz gibi zulümü gizlemeye yarayan bir maskedir yalnızca.

İnsancı vizyon modern bilim ve teknoloji yoluyla hayata geçirildiğinde, çıkardan başka hiçbir şeye bir kutsallık atfedilmeyen kapitalizm bağlamında Batı’nın ölüm kültürü yoluna çıkan herşeyi; modern öncesi veya Batı’lı olmayan kültürleri, hayvanlar alemini ve doğal dünyayı yok etmeye başladı.
Şimdi bu sürecin son aşamalarını yaşıyoruz; şuandaki sosyal düzen, doğanın milyarlarca yılda kurabildiği evrimin sütunlarını yıkıyor.

2- Kıyamet zamanı mı? Çevre Krizi

18. ve 19. yy’da yaygınlaşan ilerleme vizyonlarına ters olarak 20. Yy’ın son kısmı insana Titanik’te ya da ABD uzay mekiği Challenger’daymışız hissini veriyor.

Kıyamet ve sona geldiğmiz hissinin çağdaş hayatı işgal etmesi yeni bir şey değil; bütün zamanlarda farklı kültürleri kendileri yok olduktan sona dünyanın varolmaya nasıld evam edeceğini hayal etmekte zorlanmıştır.

Aslında, yahudi-hristiyan tarihinin Batı Kültürünün ilk temelleri, kutsal kitapların kıyamet sahnelerini çağrıştıran bir bilinçle, armageddon, İsa’nın yeryüzüne dönüşü ile yakından alakalıdır, bunlar aşırı sağın katastrofik kafa yapısının, kıyametçilerin, ülkenin her yanında zehirli otlar gibi yayılan milis hareketlerinin bir parçası.

Eğer bu kıyamet vizyonları bir zamanlar fantezilerin ve paranoyanın ürünü idiyse bile son birkaç on yılda atom bombalarının ve delinmiş ozon deliklerinin sayesinde gerçekten akla uygun bir hal aldıklarını söyleyebiliriz.

16 Temmuz 1945’te New Mexico çölünde yapılan başarılı atom bombası tesinden ve onun bir ay bile dolmadan Hiroşima’daki yok edici kullanımından sonra, armageddon uzak bir fantezi ihtimali olmaktan olası bir gerçeklik halini almaya başladı; nükleer kıyamet şimdilik ortadan kalkmış gibi görünse de (nükleer terörizm hala bir istisna oluşturuyor tabii) bizler 1940ların ve 1950lerin soğuk savaş kültürü için hayal edilmesi imkansız olan yeni bir tehditle karşı karşıyayz- sistematik çevresel çöküş tehdidiyle.
Şu gerçekleri düşünün:

– Hayatı sürdüren hava, su ve toprak gibi doğal kaynaklar cidd işekilde yok oluyor ya da zehirlemiş durumda.

Ozon tabakası inceliyor ve yırtılıyor, böylece küresel ısınmanın koşullarını yaratmış oluyor; gerçekten de sera dünyasına girdiğimize dair bilimsel bir sözbirliği söz konusu; bunun gerçek olduğunu ispatlayan en önemli işaretler arasında Arjantin’de deri kanseri oranlarındaki beklenmedik artışı, Chicago’daki görülmemiş sıcak dalgalarını, İspanya’daki kuraklıkları ve Antarktika’daki buzullardaki devasa kırılmaları sayabiliriz. Sera dünyasında yüzey sıcaklığı 4-8 derece artacaktır, bunun sonucu olarak da kuraklık, seller, inanılmaz korkunçlukta hortumlar, çevresel bozulmalar, ekonomik krizler, sıcaklık ve sıtm gibi hastalıklar yüzünden kitlesel insan ölümleri meydana gelecektir.

– Küresel ısınma yağmur ormanlarının yok edilmesi sebebiyle daha da kötüleşiyor, buradaki ağaçlar kesilince oksijen vermiyor, tersine karbon dioksit veriyorlar; 1945’ten beri dünyadaki yağmur ormanlarının yarısı yok edildi; 140,000 dönüm toprak her gün yok oluyor, her saniye yok olan toprak ise 8 dönüm; normalde dünyanın sadece %7’sini oluştursa da bütün hayvan ve bitki türlerinin %50’si yağmur ormanlarında bulunuyor. Bu bitkiler arasında belki bir gün insan hastalıklarını tedavi etmek için kullanılacak bitkiler de bulunuyor.

– İnsan nüfusu saniyede dört doğum olacak şekilde arttı, saatte 14 bin bebek demek bu, senede ise neredeyse 100 milyon bebek demek; son 40 yılda dünya nüfusu 2 kat arttı ve 21. Yy’ın ortasına gelene dek 11-15 milyar arasında nüsufumuz olacağı varsayılıyor. Tabii bunun sonucu olarak diğer türlerin, yağmur ormanlarının, hayati kaynakların yok olacağı ve açlık, yoksulluk ve hastalık olarak bu yıkımların insana geridöneceği aşikar.

– Hayvan türleri dinozorların 65 milyon yıl önce yaşadığı yokoluş krizinden bu güne en büyük yokolma ihtimaliyle karşı karşıya; normalin 100 ile 1000 katı fazla bir hızla türler yok oluyor; her yıl 1000 tür yok oluyor, bu oran da hılza yükseliyor, korumacı biyologlar birkaç on yıl içerisinde bütün türlerin üçte birinin yok olacağını öngörüyor; bazıları omurgalı hayvanların evriminin durma noktasına geldiğini iddia ediyor. Bazı hayvanlar yok oluşun eşiğinde gezinirken diğer hayvanlar kitlesel olarak üretiliyor ve o kadar yaygın ve bol bir şekilde katlediliyorlar ki çoğu insan bunun doğal bir şey olduğunu sanıyor; ABD’de her yıl milyarlarca hayvan mezbahalarda ölüyor-ABD’deher yıl 7 milyar tavuk ve 53 milyon domuz.

3- Global Et Kültürü

Şu gerçeği kabul edelim: modern ölüm tanrısının ardındaki itici güç çıkar elde etmek için kuduran kapitalist ekonomidir; ister odak noktamız HMO endüstrisi olsun, biyomedikal araştırmalar olsun, tünün şirketleri olsun veya üniversitelerdeki araştırmaların yapıları olsun, çıkar elde etme arzusu bütün ahlaki zorunlulukların önünde gelmektedir.

Ama bu yıkımın en tepe noktasında et ve süt endüstrileri yer alıyor, ben buna global et kültürü adını veriyorum; örneğin, ABD Tarımı için kabul edilebilir su kirliliği oranı bütün şehirsel ve endüstriyel kaynakların toplamından fazladır; bütün ham maddelerin üçte biri büyük baş hayvancılığı endüstrisi tarafından tüketilir; yağmur ormanı yıkımının çoğu büyükbaş hayvancılığı ve yem-ürün endüstrileriyle alakalıdır.

Global et kültürü 16. Yy’da İspanya Amerika’da ve etrafındaki adalarda büyük baş hayvancılığı kompleksi aramasıyla başladı. Global et kültürünün merkezi üç yüzyıl sonra İngilizler eti yiyecek ve statü sembolü olarak benimsedikten sonra Avrupa’ya kaydı. İngilizler İrlanda ve İskoçya’yı sömürge haline getirip halkı buralardan sürerek topraklarını büyük baş hayvanların otlayacağı meralara dönüştürdüler.

Global Et Kültürünün dinamikleri iç savaştan sonra, Amerikalılar iş savaş sırasında büyük baş hayvan yetiştirmek için 4 milyon bufaloyu öldürüp Amerikan yerlilerinden kurtuldukları zaman ABD’ye doğru yön değiştirdi.

Büyük baş hayvan yetiştiriciliği önemli bir çıkar kaynağı haline geldi. Az sayıda ABD şirketi bütün pazarı tekeli altına aldı, böylece buradan dünyaya ihracata başlandı. Bugün gelişmekte olan ülkelerin öncelikle bitki temelli beslenme düzeni yerine ete dayalı bir beslenme düzenine geçtiğini görüyoruz ne yazık ki. Bunun sonucunda da bu insanların sağlıkları, çevreleri, ve sosyal ilişkileri de bu yeni beslenme düzenine göre bozulmaya başlıyor.

Global et kültürü bugün karşı karşıya olduğumuz bütün büyük sorunlarla doğrudan alakalıdır.

Çevresel Zararlar:

– Tırnakları ve yiyecek bulmak için sağı solu eşelemeleri sebebiyle büyükbaş hayvanlar arazilerin ve humusun bozulmasındaki en önde gelen sebeptir. ABD’de 200 yıl önce 30 cm olan üsttoprak şu anda 8 cme inmiş durumda, bu da suni gübrelerle gözlerden gizlenmiş bir kriz demek aslında.

– Yağmur ormanlarının çoğu büyükbaş hayvanlara otlanmak için yeraçmak amacıyla kesiliyor; brezilya, Bolivya, Kolombiya ve Orta Amerika’nın her yerindeki yağmur ormanlarının yok olmasındaki 1 numaralı sebep budur.

– Geviş getiren hayvanlar ozon delen 4 gazdan 3ünün salınmasına doğrudan katkıda bulunuyorlar: nitrus oksit (gübre), karbon dioksit (ağaç kesimi) ve metan; inekler in gaz çıkarması ilginç bir konu olabilir ama aynı zamanda çok da ciddi bir konu: inekler ve diğer geviş getiren hayvanlar her yıl 80 milyon ton metan gazı salıyorlar ve yemlik binalarındaki hayvan dışkıları ve fabrika çifltikleri de 35 ton daha salıyor; bazıları metan gazının önümüzdeki 50 yıl içerisindeki en önemli küresel ısınma gazı olacağını düşünüyor.

– Hayvanların kilosu insanlardan daha fazla. Uzaydan bir ziyaretçi gelseydi büyük baş hayvanları dünyadaki baskın tür sanabilirdi; 2 milyar ton hayvan dışkısı nehirleri, gölleri, okyanusları ve yer altı su kaynaklarını nitrat ve diğer ölümcül kimyasal maddelerle kirletiyor. Gübredeki nitrojen ve fosfor deniz yosunlarını fazlasıyla besliyor ve sudaki oksijen derecesini azaltıyor, böylece bütün diğer hayat türlerini boğuyor; bunlar sinir sisteminde bozukluklara, kansere ve kalp hastalığıyla doğan çocuklara sebep olabilir.

– Global et Kültürü inanılmaz bir gıda, su, toprak ve enerji israfıdır: mısırımızın %80’i ve yulaflarımızın %95’i insanlara besin olmak yerine büyükbaş hayvanlar için yem olarak kullanılır; ABD’deki tarım alanlarının %95’i büyükbaş hayvanlara yem olması için kullanılır, bu oran sebze ve meyveler için %2’dir;kullanılan suyun yarısından fazlası büyükbaş hayvanlar için kullanılan arazilerin sulanmasına gdiyor; Amerikan tarımında harcanan enerjinin yarısı büyükbaş hayvan üretimiyla alakalıdır.

İnsani ve ekonomik Bedeller

– Gıdayı israf ederek global et kültürü dünyadaki açlık sorununa doğrudan katkıda bulunuyor,çünkü büyükbaş hayvanlar dünyadaki kaynakların yarısını tüketiyor, her yıl 60 milyon açlık çekiyor, her gün 40,000 çocuk açlıktan ölüyor.

– Giderek ete dayalı beslenme düzenine geçen Üçüncü dünya ülkeleri et ithali için diğer ülkelere ekonomik anlamda bağımlı hale geliyor; bu durum Dünya Bankası gibi politik amaçlarla faizle para veren uluslar arası büyüme kurumları tarafından istismar ediliyor.

– Global et kültürü gıda üretimini büyükbaş hayvancılığına doğru değiştirdiği için zenginle yoksul arasındaki uçurumu daha da genişletip dünyadaki açlık sorununa başka bir şekilde gene katkıda bulunmuş oluyor.

– Global et kültürünün başlangıcından beri hükümetler et üretimiyle alakalı çeşitli endüstrilere büyük devlet yardımları sağladı- mesela çok ucuza araziler ve sulama için su sağlandı, vergi indirimleri, ithalat indirimleri, ürün sigortası gibi. Hayvan yemi yetiştiricilerinin devlet yardımıyla elde ettiği sulama suyu heryıl 500 milyon dolardan 1 milyar dolara çıkıyor.

– Elbette bütün bunlar vergilerde karşılığını görüyor: eğer ABD vergi mükellefleri et endüstrisinin kullandığı suyu, toprağı ve enerjiyi verdikleri vergilerle karşılamasaydı o zaman hambuger eti kilo başına 35 $ olacaktı, böylece insanlar daha fazla et yiyecek ve global et kültürünün sebep olduğu problemler esaslı bir şekilde azalacaktı.

Sağlık:

-Beslenme düzeni gelişmiş endüstri toplumlarında görülen hastalıkları en çok etkileyene faktörlerin başında geliyor; barsak, rahim, ve göğüs kanseri, kalp rahatsızlıkları, inmeler, diyabet, osteoporoz ve diğer bir çokhastalık hayvan yağına bağlı bir beslenme düzeninin doğrudan sonucudur.

Hastalık ve hayvan yağı arasaındaki ilişki bir çok çalışma tarafından kanıtlanmıştır, ama hiç biri ünlü çin projesi kadar açıklayıcı olmamıştır. Bu projede düzinelerce ülkedeki Çinlilerin beslenme düzenleri takip edilmiştir, sonuçta yağ ve protein tüketimi ve kandaki kolestrol yükseldikçe hastalık oranı da yükselmektedir; Çinli köylüler yağı az eti az beslenme alışkanlıklarıyla kalp hastalıklarına daha az yakalanıyordu.

Hayvan yağı tüketmenin sağlıkla alakalı risklere sebep olduğuna iki örnek verebiliriz: sıradan bir Amerikalı’nın kalp krizine yakalanma riski vejetaryen birisine kıyasla %50’dir, vejetaryen insanlarda bu oran %4’tür. Et tüketen kadınların göğüs kanseri olma riski az et yiyen ya da hiç et tüketmeyen kadınlara oranla 4 kat fazladır. Amerikalılar ihtiyaçları olan proteinin 2 kat fazlasını tüketiyor, böylece etteki doymuş yağı sindirmiş oluyorlar; aşırı protein böbrek hastalıklarına ve osteoporoza sebep olur.

Reagan senelerinde başlayan kontrol gevşekliği sebebiyle halk ne olduğu belirsiz etler yiyor. Abd Tarım Bakanlığı bu toksit cesetlere onay damgasını vursa da (kırmızı boyayla #5 numara), bu etin çoğu köpek maması bile olamayacakkadar kötüdür, bu da köpekler için söylemesi hoş bir şey değil, biliyorum.
Şimdi Amerikalılar deli dana hastalığıyla karşı karşıya çünkü et üreticileri mümkün olduğunca para kurtarmak için inekleri ineklerin ve diğer hayvanların kalıntılarıyla besliyorlar, aynı pratik İngiltere’de deli dana hastalığının ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Aldatma ve propaganda yoluyla zehirlerini satarak et ve süt endüstrisi büyük sağlık problemlerine yol açtı; 1914’te yapılan bir araştırmaya tutunan farelerin bitkiye dayalı beslenme alışkanlıkları yerine hayvan etiyle beslenmeleri sonucunda daha çabuk büyüdüğü görülmüştür, işte et ve süt endüstrileri Amerikalılara büyük bir yalanı böyle yutturdular.

Belki de zamanımızın en yıkıcı miti kırmızı tehditten daha zararlı, Noel baba’dan daha yaygın olan en yıkıcı efsane protein mitidir; protein miti 1- hepimizin büyük miktarlarda proteine ihtiyacımız olduğuna söyler, 2- et ve süt endüstrilerinin bu proteini elde etmek için en iyi yol olduğuna bizi inandırır.

İkisi de yanlış.. hiç kendinize inek gibi hayvanların proteini nerden edindiğini sordunuz mu? Proteini elde etmenin en iyi yolu sebze temelli beslenme alışkanlıklarıdır, iyi dengelenmiş bir beslenme düzeni otomatik olarak ihtiyacınız olan proteini size sağlamış olur.

Hepimiz okullarımızda posterlerde, duvarlarda duran o dört beslenme grubunun, bize günlük kalori ihtiyacımızın hayvan yağından gelmesi gerektiğini söyleyen propagandaların kurbanıyız!

Son zamanlarda yeniden gözden geçirilen yiyecek piramidi iyiye doğru bir adımdır, ama et ve süt endüstrilerinin hükümete yaptığı yoğun baskından sonra onaylanmıştır; bu piramit bize günde 4 ile 6 porisyon et ve süt ürünü tüketmemiz gerektiğiniz söylüyor, ama 4-6 porsiyon çok fazla.

Hayvan yağı zaten kötü, ama hastalığa sebep olan güçlü kimyasal maddelerle süslenmiş durumda; 1940lardan beri aileçiftlikleri büyük tarım kuruluşları tarafından ele geçirilerek açık, güneşli çiftlikleri hayvanların esaret altında tutulduğu ve meta olarak kitlesel üretimlerinin yapıldığı karanlık hapishanelere dönüştürüldü.

Bu koşullar altında hayvanlar maksimum ağırlığa ulaşmaları için büyüme steroidleri gibi ilaçlarla, ya da bu koşullar altında ortaya çıkan veba gibi hastalıkları kontrol etmek için antibiyotiklerle yükleniyorlar.

ABD’de kullanılan antibiyotiklerin %55’i bu hayvanlarda kullanılıyor; bu ilaçların istismarı insanlarda büyük sağlık sorunlarına yol açtı; 1940ların başlarına dek en gelişmiş ülkelerdeki hayvanlar ölümcül hastalıklara yakalanma korkusuyla yaşıyordu, ama 1944’ten sonra antibiyotik zamanı başladı ve penisilin “mucize ilaç” olarak kabul edildi; çocuk felcine, tüberküloza, çiçek hastalığına, ve diğer hastalıklara karşı geliştirilen aşılar sayesinde tıp bilimi bulaşıcı hastalıklar defterini artık kapatabileceğimize inanıyordu.

Bu kibir duygusu 1960larda sarı humma , menejit ve diğer hastalıkların geri dönüşüyle yerle bir oldu.

Sıtma, tüberküloz gibi bir çok hastalık antibiyotiklerin aşırı kullanımı sebebiyle ilaçlara dirençli bir hale geldi; gerçekten de günümüzde hastalıklara sebep olan bakterilerin neredeyse tamamı ilaçlara dirençli bir hale gelmiştir.

Durumun bu kadar kötü olması yetmezmiş gibi 1973’ten beri o güne dek bilinmeyen 30 yeni hastalık daha ortaya çıktı, Lyme hastalığı, Lejyoner hastalığı, Toksik şok sendromu, AIDS gibi yeni hastalıkların yanı sıra ebola, lassa humması, Marburh virüsü gibi ölümcül virüsler de bu dönemde ortaya çıktı. Ebola gibi yeni hastalıkların önemli bir sebebi yağmur ormanlarının katledilmesi gibi çevresel bozulmalardır; sağlıklı ekosistemlerin çeşitliliği organizmaları ve hastalıkları kontrol altında tutar; ekolojik dengenin bozulması mikropların sayıca ve kuvvet anlamında büyümesine yol açar.

The Hot Zone kitabının yazarı Richard Preston AIDS ve Ebola gibi hastalıklar sayesnde dünyanın insan türünün, etine ve hayati organlarına saldıran 5.4 milyar parazitin giderek büyüyen işgaline karşı bağışıklılık anlamında bir cevap verdiğini söylüyor.

4- Sürdürülebilir Bedenlere ve Kültürlere Doğru

Global Et Kültürü şu andaki haliyle sürdürülemez; dünyanın 6 milyarlık nüfusunun Amerikan beslenme tarzını yani ete dayalı beslenme düzeninin desteklemesi için tarımcıların üretebildiği tahılın 2,5 katı fazlasını üretmesini gerektirir; 8 ile 14 milyar arasında insan nüfusu olan bir dünyayı desteklemesi imkansız.

Artık toplumumuzu büyüme ve ilerleme fetişizi üzerine devam ettiremeyiz; insanların yeni hedefi insanların çoğu medya tarafından suni şekilde oluşturulmuş ihtiyaçlarını azaltan ve doğayla uyum içerisinde yaşayan bir sürdürülebilir bir kültür geliştirmek olmalı; bunu başarmak için elbette medyada ve reklamcılıkta, ekonomik, yasal ve eğitim sistemlerinde bir çok değişiklik yapılması gerekiyor.

Bu değişiklikler çok zor ve uzak görünüyor gerçekten; ancak eğer yapmadıysak hemen yapmamız gereken hayati bir değişikliği hayata geçirmemiz gerekiyor; o da vejetaryen beslenme tarzını geçmemiz.

Tüketici talepleri global et kültürünün büyümesine hız verdi, aynı şekilde bu hızı kesebilir de eğer bu talep propaganda yoluyla çoğaltıldıysa o zaman etkili bir halk eğitim yoluyla azaltılabilir.

Gerçekten global et kültürü propagandasına rağmen en sağlıklı beslenme tarzının vejateryen hatta vegan beslenme tarzı olduğu kabul görüyor artık, Tarım bakanlığı bile bu gerçeği kabul etti.

İyi haber : 1976’dan ber, ABD’deki kişi başına et tüketimi %14 azaldı, İngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi ülkelerde de bu türden bir düşüş söz konusu olabilir.

Kötü haber : Gelişmekte olan üçüncü dünya ülkeleri ve Çin gibi geleneksel ikinci dünya ülkeleri ete dayanan bir beslenme düzenine geçiyorlar.

Ama devrim evde başlıyor, bir öğünle başlamak yeterli; beslenme tarzımızda hayvan yağının büyük oranda azaltmak demek sadece kendimize değil hayvanlara ve çevremize yardım ediyoruz demektir.

Yeni bir dünya düzeni hayal edin, global bir vejetaryen kültür hayal edin; bu kültür tahıllardaki proteinin %90’ını, kalorilerin %96’sını, liflerin %100’ünü ve karbodhidratların %100’ünü israf etmek , toprağını, suyunu ve enerjisini har vurup harman savurmak yerine kaynaklarını en akılcı ve etkili bir şekilde kullanarak hayatın bütün süreçlerine saygı duyabilir.

Eğer Amerikalılar et tüketimlerinde %10luk bir azalma sağlasalar, 100 milyon insan daha büyükbaş hayvanlar için kullanılan mevcut toprak, su ve enerjiyle doyabilirdi; artık toprak yem yetiştirmek için kullanılmayacağından yeniden ormanlar büyür ve hayvanlar geri dönerdi.

Bu yeni sürdürülebilir kültür sayesinde insanların sürdürülebilir bedenleri olurdu; şu andaki post-antibiyotik çevremizde bizler sağlıkla ilgili temek kabullenmelerimizi bir kez daha gözden geçirmek zorundayız;mevcut tıbbi sistem ve tıbbi mentalite alenen bir felaketten başka bir şey değil.

Sadece 1995’te ABD sağlık bakımı için 1.4 trilyon $ harcadı. Sağlık bakımı giderleri her yıl 180 milyar $ artıyor, 2000 yılında 2 trilyon $’ı aşmış olacak. Sağlık bakanlığı 2030 yılına kadar sağlık bakımıyla alakalı harcamalar yıllık olarak 16 trilyonu bulacak.

Ancak 100 seneyi aşan yoğun hayvan temelli araştırmalardan sonra hastalıklara karşı yürüttüğümüz savaşı kaybediyoruz. Başkan Nixon 1971’de kansere savaş açtığından beri kanser oranı %18 arttı, kanserden ölüm oranı da %7 yükseldi.

Hastalıkların kontrolü babında toplumların ilerlemeler sağlayabilmesi için toplumların beden-zihin birlikteliğini reddeden Kartezyen bakış açısını terkedip daha holistik, bütüncül bir vizyona sahip olması gerekiyor. Vücudun ilaç ve cerrahiyle düzeltilmesi inancından sağlık sorumluluğunu her bireye veren muhafaza edici bir açıya yaklaşmamız gerekiyor. Eğer ölümcül hastalıkların saldırırsına uğruyorsak bizler bağışıklık sistemlerimizi güçlendirmek için elimizden gelen her şeyi yapabilmeliyiz, bu da vejetaryen bir beslenme tarzıyla geliştirilebilecek bir hedeftir.

Tıbbi sorunlarımız hayvanların sömürülmesiyle doğrudan alakalı; bizler hayvan ürünlerini kullandığımız için bize sorun yaratan hastalıklar için tedavi bulmak amacıyla hayvanlar üzerinde deneyler yapıyoruz; ve hayvan araştırmaları yanlış yönlendirici ve sahte olmalarının yanı sıra klinik araştırmalar gibi alternatif araştırmaları da bloke ettiği için hayvanlarla kurduğumuz bu yanlış ilişki yüzünden gene kendimizi yaralıyor ve öldürüyoruz.

Belki de yapılması gereken en temel değişiklik ahlak konusundaki değişikliktir, değerlerle ve doğal hayatla nasıl bağlantı kurduğumuzla alakalı değişikliklerdir. İnsancı bakışın zehirli mirasını aşmak zorundayız; artık dünyayı bize karşı onlar şeklinde , insanlara karşı doğa ve hayvanlar şeklinde görmemeliyiz; inekelr inektir, hamburger değildir; ağaçlar ağaçtır, kereste değildir; doğayı yeniden öğrenmek zorundayız, bu varlıkların sırf var oldukları için değerli olduğunu yeniden öğrenmek zorundayız.

Kontrol etmek için dünyanın bir kısmını diğer kısımlardan izole edebileceğimizi öne süren o eski görüşü terketmeye ihtiyacımız var, bu eski görüşü yeni holistik ve ekolojik bir yaklaşımla değiştirmeliyiz, bu yeni görüşle herşeyin birbiriyle asla tam olarak anlayamayacağımız bir şekilde bağlı olduğu ve dünyayı fazla rahatsız etmememiz gerektiği gerçeğini kavrayabiliriz.

İnsan evrimindeki yeni adım bilim ve teknoloji alanında olmamalı, ahlaki ve ruhsal hayatımızda olmalı; teknolojik ve ahlaki evrimimiz arasındaki uçurum hem geniş hem de tehlikeli. MartinLuther King’in sözleriyle söyleyecek olursak “yolunu şaşırmış insanların yolunu iyi bilen füzeleri” yaptığı koşullarda yaşıyoruz.

İnsan olarak evrim geçirmek için hayata karşı derin bir merhamet ve hürmet duygusu geliştirmek zorundayız; bu da etik manada şiddetten uzak durmak gibi bir anlam içeriyor. Tutarlı olmak için, bu etik bakışı sadece insanlarla sınırlı kabul edemeyiz, hayvanları da içermeliz; ve bu etiği eylemlerimizde gösterebilmeliyiz, bunu da yiyecek seçimlerimizle, beslenme alışkanlılarımızla gösterebiliriz; hiç kimse hayvanları bir yandan yiyip onları acı veren şekillerde öldürürken bir yandan da onları sevdiğiniz söyleyemez.

Thomas Edison’ın sözlerini burada anmamız lazım: “ şiddetten uzak durmak en yüksek etiğe götürür insanı, bu da bütün evrimin amacıdır; yaşayan diğer canlılara zarar vermekten vazgeçmedikçe bizler hala vahşi varlıklarız.”

Vejetaryenizm dünyayı değiştirmek için asla yeterli bir değişiklik olmayacaktır, ama gene de gerekli bir şey, artık zamanı gelmiş bir fikir bu. Henry David Thoreau gibi ben de vejetaryenliğin “insan ırkının hayvanları yeme alışkanlığından vazgeçmesi şeklindeki kaderinin bir parçası” olduğuna inanıyorum.

çeviren CemC

Kaynak: https://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com

Kaynak: Fersude

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…