İki istisna hariç, devlet dolayımı olmaksızın insan öldürmeye burjuva hukukunda cinayet adı verilir. İstisnalardan biri üretim sürecinde, diğeri cana kastedilen durumlarda gerçekleşen meşru müdafaa sonucu meydana gelen ölümlerdir. Gündelik bilincin sınırları üretim sürecinde yaşanan işçi ölümlerinin hukuk tarafından kabul edilebilir ve meşru görülmesinin ötesine geçmeye izin vermez. Çünkü burjuva hukuk işçi cinayetlerini yaşama kastetme olarak değil işçi ve kapitalist arasında varılan bir akdin çiğnenmesi olarak görür ve buna göre cezalandırmaya gider. Emek ve sermaye ilişkisinde işçi emek gücünün maddileşmiş halidir. İşçi ile kapitalist arasında varılan anlaşma ile işçiye ait olan üretebilme potansiyeli, belirli bir süreliğine ve belirli bir ücret karşılığında kapitalistin kullanımına bırakılır. İnsanın üretebilme potansiyeli ile maddi varlığı birbirinden ayrılamadığı için kişinin bütünlüğünü bozan üretim sürecinden kaynaklanan her tür olumsuz sonuç kişinin varlığına bir saldırı olarak değil de emek gücü adını verdiğimiz metalaşmış üretebilme potansiyelinin akit dışı tüketimi olarak görülür ve buna bağlı olarak değerlendirilir. Böyle bir durumda mahkemeler kişinin ortalama yaşam süresi içinde o ülkede emek gücünü satarak ne kadar gelir elde edebileceğini ve üretim sürecinde meydana gelen ihlal nedeniyle bu gelirin ne kadarından mahrum kaldığını hesaplar ve karşı tarafın buna göre bir tazminat ödemesine hükmeder. Böylece işçinin hak kayıplarının giderildiği varsayılır, burjuva adalet tesis edilmiş olur. Ölüm veya kişinin bütünlüğünün bozulması bu hesaplamada yalnızca bir ayrıntıdır. Belki işçinin üretim süreci dışında da bir yaşamı olduğu iddia edilebilir. Ancak bu süreçte emek sermaye ilişkisi çerçevesinde değerlendirildiğinde tüketilen emek gücünün yeniden üretildiği zamanı kapsar ve zaten hesaba dahil edilmiştir. Kan parası ödenmiş, sorun kalmamıştır. Tıpkı her şeyin normal seyrettiği bir işgünü sonunda işçinin ücretini aldığında meydana gelen sömürünün doğal karşılanması gibi. Hukuka adaletsiz görünen şey kaybın tazmin edilmediği hallerdir.
Bir an için kapitalist üretim ilişkilerinin ya da değer yasasının dışından bakma olanağına kavuşursanız burjuva adalet anlayışının yarattığı perde gözlerinizin önünden kayboluverir. Böylece işçiden sızdırılan artı değerin de, emek yağması gibi işçinin yaşamının kapitalist tarafından ele geçirilmesi olduğu görülür. Varolmak için hiç bir şey üretmeyen kapitalistin sadece lüks tüketimi değil aldığı her bir nefeste işçiden ele geçirilen yaşamdır. İşçinin yaşamın bir kısmının emek yağmasında olduğu gibi gasp edilmiş ya da sömürüde olduğu gibi değişim yoluyla ele geçirilmiş olması bir şeyi değiştirmez. Öz aynıdır. Değişen şey sadece biçimdir. Her halükarda kapitalistin yaşadığı hayat sizden alınıp koparılan hayattır. Emek yağması ve emek sömürüsü arasındaki tek fark işçinin birisinin karşılığının ödendiğini, diğerinin ise ödenmediğini düşünmesidir. Emek yağması ile sömürü ilişkisini kurmayan, aynı özün farklı biçimleri olduğunu görmeyen her mücadele baştan sınırlarını kapitalizmle belirler ve sonuç olarak sömürüyü meşrulaştırır. Bu nedenle yağmayı kapitalistlerin kötü tercihlerinin sonucuna indirgeyen ve kapitalist üretim ilişkileri içinde önlenebileceğini varsayan mücadele anlayışı asla kapitalizmin sınırlarının ötesine bakamaz. Bir vicdan hareketi olarak başlar ve orada kalır. ILO’nun 28 Nisan’ı “Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Günü” ilan etmesini ve bu günün peşine teknisist bakış açısıyla takılmayı bu eksende ele almak gerekir. Kapitalistin vicdanı yoktur, çünkü o kişileşmiş sermayedir.
Oysa tüm dünya işçi sınıfının bedel ödeyerek kazandığı 1 Mayıs Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü bize başka bir öykü anlatır. 1 Mayıs ve işgünü mücadelesi sıkça dillendirildiği biçimiyle tek başına sömürünün sınırlanması mücadelesi değildir. Tek tek işçileri kavgaya katan güdü bu olsa bile… İşgünü için verilen mücadele kapitalist birikim yasalarının tümüne karşı bir tutum alışa denk düşer. İşgününün uzunluğunun değişimi asıl etkisini yedek sanayi ordusunun büyüklüğü üzerinde gösterir. Uzadıkça yedek sanayi ordusu büyür ya da tersi. İşgününün kısalması ile yedek sanayi ordusundan faal emek ordusuna bir akış söz konusu olur ve işçilerin birbirleri ile rekabeti yumuşar. Sınıfın birliğinin olanakları büyür. Ev içine hapsedilmiş kadın emeği üretim sürecine katılır ve sınıf cinsiyetini kaybeder. Kırsal istihdam çözülür; işçi sınıfının dışında kalan toplumsal katman ve sınıflar işçi sınıfına dahil olur. İşçi sınıfı bir yandan büyürken diğer yandan (diğer unsurlar göz ardı edilirse) birleşir. Sonuç ücretlerin yükselmesi, işçi sağlığı ve güvenliğine dair koşullarının iyileşmesi, ev içine hapsolmuş kadınların toplumsal üretime dahil olması gibi geniş bir yelpazeye yayılır. Bu nedenle 1 Mayıs’ın temsil ettiği işgünü mücadelesi işçi yığınlarının sınıf olmasını sağlayan en önemli mücadeledir. Tarihsel bir anı değil kapitalizmin tarihinin her döneminde güncel olması gereken bir mücadele.
İşgünü mücadelesi işçi sınıfının birliğinin olanaklarını büyütür ancak onun ufkunun sınırlarını çizmez. İşçi sınıfının ufku 1 Mayıs ile değil 18 Mart ile tanımlanmıştır. Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadelesi adlı eserinin ön sözünde Paris Komününün zafer günü 18 Mart’ı tüm dünya işçilerinin ilk bayramı olarak ilan eder. 18 Mart insanlığı komünizme taşıyacak işçi devletinin yani adıyla sanıyla proletarya diktatörlüğünün doğum günüdür. İşçi sınıfının kurtuluşunun yolunun aydınlandığı ilk gün. 1 Mayıs’ı 18 Mart’a bağlamayan bir mücadele işçi sınıfına hayalden öte bir gelecek vaat edemez. Tıpkı emek yağmasını emek sömürüsüne bağlamayan bir mücadelenin işçi sınıfına burjuvaziye yalvarmaktan başka bir çözüm vaat etmemesi gibi.
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…