Victoria döneminde (1837-1901) bilim ve sözde-bilim iç içe geçmiş bir haldeydi. Ancak toplumun eğitim görmesiyle kurgunun gerçekten ayrı tutulması istenmeye başlandı. Akıl sağlığına dair araştırmalara, Kral George III’ün 1798’deki deliliğine ilişkin soruşturmalardan etkilenilmesiyle daha fazla önem verildi. Bununla birlikte akıl hastalıklarının araştırılması doktorlara özgü değildi. Bu konuyu araştırma görevini şair ve yazarlar da üstlendi. Victoria edebiyatı 20. yüzyılın başlarında bilim alanı olarak doğan psikolojiye duyulan ilgiyi yansıtmaktaydı.

Alfred Tennyson’un 1855 tarihli şiiri Maud’da şair, “tehlikeli çağın mahvettiği hastalıklı, şiirsel bir ruhun doğasını” araştırıyor. Tennyson şiirini açıklarken bu kelimeleri kullanıyor. Ayrıca “şairlerin aklın hastalıklarına yatkın” olduğu yorumunu yapıyor. Tennyson’ın delilik hakkındaki düşünceleri ve toplumun delilik anlayışı şiirde birbirlerini derinden etkiliyorlar. Colley aralarındaki ilişkiyi şöyle tanımlıyor:

“[Tennyson] ve şiirleri, ıstırap dolu odaya ışık tutabilmek için çabalayan ve bazen başarılı olan gözlemcinin duruşunu benimseyerek romantiklere karşı mücadele eder. Ancak bu mücadeleye itici gücü veren yalnızca Tennyson değildi. Bu güç aynı zamanda romantiklerin aşırılıklarından korkan, analitik ve klinik araçlarla karanlığı araştıran, yaşadığı çağın ruhundan kaynaklanıyordu. Victorialılar karanlığın kurbanı olmak istemediler. Böyle bir kaderi yenmenin yolunun, acıyı anlamaya çalışıp ona ışık tutmaktan geçtiğine inandılar.”

19. yüzyılın ilk yıllarında deliliğe dair yaygın inanış ikiye ayrılıyordu: Hastanın “şiddet, tutku ve öfke” gösterdiği mani ile deliryum ve melankoli ya da bugünkü adıyla depresif bozukluklar. “Melankoli” kelimesi daha sonra “monomania”ya değiştirildi, çünkü melankolinin bilimsel değil şiirsel olduğuna inanılıyordu. “Delilik” kelimesiyse “günahkâr fikirlere kapılmaktan hipokondriye, türlü saplantılı düşünce ve manikliği kapsayan karmaşık, dengesiz davranış ve ahlak bütününü” açıklayan bir kelimeydi.

Akıl hastalıkları çeşit çeşittir ve biri diğerine benzemez. Yine de insanlar hepsini aynı kategoriye koymaya meyillidir. “Hasta” kelimesi bunun göstergesidir. Kanadalı yazar Joan MacLeod yeni oyunu The Valley (Vadi, 2014)’te, ergenlik çağındaki depresif çocuk Connor ve polis memuru Dan otobüsteki çatışmalarının sonucunda zor bir uzlaşma dönemine girerler. Connor’ın annesi oğlunun depresyonunu şöyle açıklar:

“Connor ilk hastalandığında anneme evimize dev bir kuş sürüsü düşmüş gibi, dedim. Kara kuşlar. Kuşlar çatıyı kapladı. Duvarları ve pencereleri kapladı. Nereden ya da neden geldiklerini bilmiyorduk. Ne kadar kalacaklarını bilmiyorduk. Çok çabuk, bir anda geldiler, belki de aynı hızla uçup giderler.”

Depresyon Connor’un annesi için açıkça bir hastalık olarak görülüyor. “Hasta”nın kelime anlamı “hastalıktan etkilenen”dir, ancak kelime “hayal kırıklığı, korku, keder vb. gibi durumlardan etkilenen” anlamına da geliyor. Maud’un kahramanı “hasta, hayatın kalbine kadar hasta” olduğunu belirtirken bir şeylere “fazla maruz kalmaktan midesi bulandığını” ve “bıkkınlık (ya da aşırılık) yüzünden sinirli” olduğunu söylüyor.

Vadi’de Janie, kocası onu yerden kaldırmak istediğinde buna benzer bir tepki veriyor. “Bu halttan bıktın. Ben de bıktım. Benden bıktın.” (Bıkmak kelimesinin İngilizcedeki karşılığı “sick of” olduğundan “hasta” kelimesi Maud’daki gibi sık sık yineleniyor.)

Psikiyatri terimi 1846’da genelde kalıtsal sebeplere sahip olduğu düşünülen zihinsel hastalıkların tıbbi tedavisini belirtmek için kullanıldı. Şimdi alkolizm ve bağımlılık gibi başka koşullar göz önünde bulundurulsa da 19. yüzyıldaki ölçütler o zamanki hastalıklara teşhis koymak için yeterli değildi. Tennyson sorar: “Eğer delilik kalıtsal değilse / nasıl açıklamalı deliliği?” Maud’da kahramanın akıl sağlığını anlamak için yollar aramaya çalışır, deliliğinin “aşk çılgınlığından” kaynaklandığı sonucuna varır. Şiirin sonunda delilik kaybolur: Bu bir rüyadır ve kahraman “daha yüksek amaçlara uyanır.” Colley şiirin bitişini şöyle yorumluyor: “Ahlaki sapkınlığın iyileştirilmesi için bazen delirmek gerekir ve düzeni keşfetmek için acı çekmek gerekebilir.”

Charlotte Perkins Gilman’ın Sarı Duvar Kâğıdı (1892) isimli kısa öyküsü de deliliği geçici bir süreç olarak tasvir eder. Bu geç Victoria ya da erken modern dönem gotik hikâyesinde kahramanın paranoyak yanılsamaları, kocasının tehditleriyle birleşerek gerçek gibi gözükenin aslında gerçek olmadığını, gerçek olmayanın ise akılda var olduğu ve eğer üstesinden gelemeyecek kadar güçsüzsek davranışlarımızın üzerinde muazzam bir etkisi olduğunu gözler önüne seriyor. Tennyson’ın dediği üzere “büyük tutku” ya da “irade üstünlüğü” ile deliren, deliliğinin üstesinden kolaylıkla gelebilir.

Birçok yazar, karakterlerinin delirme sebeplerini öne sürdüler, ancak gerçek akıl sağlığı basit çözümler içermez. MacLeod Vadi’de bu acı gerçeği kabul ediyor. Öte yandan, Allie Brosh, Depresyonda Maceralar ve Depresyon, İkinci Bölüm adlı eserlerinde depresyonla ilgili deneyimlerini paylaşarak soruna ışık tutuyor. 20. yüzyıl beraberinde daha “etkin” görünen teknikler getirdi: 1930’larda lobotomi, 1950’lerde elektroşok tedavisi, 1990’lara gelindiğinde ise tedaviye bağımlı bir kültür. Modernizme göre sorunlara çözüm bulmak için nörobilim ve psikolojiye bakmak yeterdi. Postmodernist düşünce böyle bir kesinliğin olmadığını öne sürdü. “Modern” akıl hastanelerinin eski tımarhanelerden farksız olması ve böyle yerlerin hastaların hâlâ tedavi sürecinde korkuya kapılmasına neden olması, Ken Kesey’in Guguk Kuşu (1962) romanında savunduğu tezlerdendi. Daha sonraları yazılan Susanna Kaysen’in Aklım Karıştı (Girl, Interrupted, 1993) adlı eseri, akıl hastanesini kadın bakış açısıyla inceledi.

Yazının tamamını BURADAN okuyabilirsiniz.

Kaynak: OGGİTO   (Çeviren: Aslı İdil Kaynar)

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…