Kırsaldan memleket manzaraları

O gün Avrupa’daki ekonomik ve siyasal gidişat nasıl Osmanlı toprak düzenini ve tarımı vurmuşsa, bugün küresel düzeyde egemen olan ekonomik ve siyasi gidişat da Türkiye kırsalını ve tarımını vurmaktadır. Bu sebeple günümüz tarımsal süreçleri tek başına ‘ulusal bir mesele’ olarak değerlendirilemez.

Bu yazıda en genel hatlarıyla Türkiye’deki tarımsal üretim süreçlerini ekonomik, sosyal ve siyasal yönleriyle ele almaya çalışacağım. Amacım görüşlerimi paylaşmaktan çok, ihmal ettiğimizi düşündüğüm tarımsal süreçlere dair canlı bir tartışmanın fitilini ateşlemektir. HDP seçmeninin yüzde 80’lere varan oranlarda kırsalla bir düzeyde ilişkili olduğu göz önüne alındığında, bu konuda yeterli söz söylemiyor olmamızın affedilir bir yanının olmadığını düşünüyorum. Oysa sadece seçmenin ağırlıklı olarak kırsal aidiyeti taşıyor olması sebebiyle değil, aynı zamanda 80’lerden bu yana neoliberal talan politikalarının en çok hedef aldığı alan olması sebebiyle, sınıfsal çelişkilerin en sert biçimde yaşanıyor olması sebebiyle ve de köy, orman yakmalar,tarım alanlarının tahribi ve zorunlu göçertme politikalarıyla en azından 80’lerden bu yana en yakıcı sorun olma hüviyetini taşıyan Kürt sorunu sebebiyle de böyle. Umuyorum tarımsal süreçler (bitki tarımı, hayvancılık, gıda, çevre, orman, su, meteoroloji,tarımsal kalkınma ve bunlarla ilintili tüm ekonomik, sosyal ve siyasal örüntü) konusunda elbirliğiyle gerekli hassasiyeti oluşturabiliriz. Umuyorum bu alanda mücadelenin çok boyutlu ihtiyaçlarına cevap üretecek hamleler gerçekleştirebiliriz.

Osmanlı’da kırsalda dönüşüm

19. yy’dan bu yana genel anlamda kırsalın, daha dar anlamda da tarımın dönüşüm süreçleri anlaşılmadan Türkiye’de burjuvazinin gelişiminin ve kapitalizmin kurumsallaşmasının anlaşılmayacağı konusu, üzerinde pek çok yazarın mutabık olduğu bir konudur. 1500’lerin ikinci yarısıtüm dünyanın iktisadi planda büyük değişiklikler yaşadığı bir dönemdir. Bu dönem Osmanlı’nın toprak düzeninin,ticari sisteminin, savaş ekonomisinin, vergi sisteminin ciddi bir buhran yaşadığı ve sürdürülemez hale geldiği bir dönemdir. Avrupa’da kapitalizm gelişmektedir. Feodal monarşilerin karşısında ticaret burjuvazisi iktisaden güç kazanmaktadır. Avrupa merkantilist dönemi yaşar ve kapitalizm gelişimi için ilkel birimi sağlarken Osmanlı ekonomisi ithalatçılığı esas alan bir serbest piyasacılıkça belirlenmektedir. Satmaktan çok almak, pazarlarda aranan tüm mamüllerin bulunması, Osmanlı ekonomisinin önemli bir özelliği olmasının yanında padişahın gücünün de göstergesidir. Bu durum ciddi bir ekonomik güce, birikime dayanmaktadır. Osmanlı’nın geleneksel ekonomi politikaları, gelişmekte olan kapitalizm karşısında derin çelişkiler yaşamakta ve klasik Osmanlı sistemini işlevsizleştirmektedir.

Batı sanayi, doğu tarım

Avrupa’ya deniz aşırı sömürgelerden gelen değerli madenler, kıtada “fiyat devrimi” olarak nitelendirilecek bir sürecitetikler. Piyasada değerli maden miktarının artışı, meta fiyatlarını yükseltir. Liman kentlerinde ticari sermayenin gelişimi Avrupa’nın doğusunda yeniden bir “feodalleşme” sürecinitetikler. Ticaretle iştigal eden batıyı doğu doyurmaya başlayacaktır, zira tarımsal üretim ağırlıklı olarak doğuya kaymıştır. Batıda çevreden merkeze doğru göç yoğunlaşmakta, manüfaktüre dayanan sanayi üretimi güçlenmektedir.Kentler işsiz güçsüz, yoksul nüfusça sarılmakta, bu durum bir yandan sisteme ucuz iş gücü sağlarken bir yandan da toplumsal düzen bu kesimlerce tehdit edilmektedir.Kabaca özetlediğimiz bu tarihsel dönüşümler, periferiyi de temelden sarsacaktır. Osmanlı devleti olumsuz manada etkileneceklerin başında gelir. Avrupa’da fiyatların yükselmesi, Avrupa ticaret ve sanayinin ihtiyacı olan daha ucuz tarım ürünlerinin ve madenlerin Osmanlı’dan ithalini zorunlu kılar. Doğal olarak Osmanlı’da da ürün fiyatları hızla artmaktadır. Bu durum tarımsal üretimin artırılması sorununu doğurur. Fiyatların yükselmesi, belirli fiyat aralığında üretim ve satış yapmak zorunda olan lonca teşkilatlarının çözülmeye başlama sürecinitetikler. Tarımsal üretim iç ihtiyacı karşılayamaz hale gelir.Karaborsacılık ve Avrupa’ya tahıl kaçakçılığı artar. Padişah kanunnamelerine rağmen bu durumlar engellenemez. Enflasyon artmıştır. Devlet para basmak zorundadır.

Piyasadaki para miktarının artırılmasının yolu paranın içindeki değerli maden miktarını düşürmektir. Enflasyon böylece daha da artarken, paradaki altın ve gümüş miktarının azalması, geniş toplumsal kesimlerde ciddi hoşnutsuzluk oluşturur. Askerisivil bürokrasinin artan harcamaları da para basımını artırmaktadır. Bu iktisadi bunalım vergilerin artırılmasıyla, vergi toplama işlerinin götürü usulde çalışan mültezimlere devredilmesiyle çözülmeye çalışılır. Reaya’nın vergilerinin artırılması, köylülerin kitlesel olarak tarımcılığı bırakması ve kentlere yönelmesi sonucunu doğurur. Tımar sistemi bozulmaya başlar. Tımarların bölünmesi, birim tımar alanından daha fazla sipahinin beslenmeye çalışılması,tımarların mülk ya da vakıf haline dönüştürülmesi, işsiz güçsüz köylü kitlelerinin yanına bir de işsiz güçsüz sipahi, sekban, sarıca kitlelerinin eklenmesine neden olur. Yoksullaşma nedeniyle sayıları artan medrese öğrencileri de bu hoşnutsuz kitlelere eklenirler.

Mültezimlerin vergi toplaması ayanlaşmayı arttırırken, sipahilerin ve sekbanların yeniçeri olarak kaydedilmeye başlanması klasik kul sistemini bozar. Asker sayısının devletin besleyebileceğinden fazla artması sırf askeri nüfus planlaması için bazı askeri seferlerin yapılmaya başlanmasına neden olur. Yöneticilerin ve askerlerin huzursuzluklarının artması rüşvet ve dolandırıcılık gibi suçları arttırır.İktisadi buhran, hazinenin boşalması ile askeri teknolojinin gerilemesi askeri planda başarısızlıkların doğmasına, ganimet ekonomisinin zayıflamasına ve ciddi toprak kaybına yol açar.İçerde ardı arkası gelmez köylü isyanlarının doğmasına neden olur.

Emperyalizmle ilişkiler

Yaşanan ekonomik bunalım, eski üretim tarzının olağan biçimiyle sürme olanaklarını ortadan kaldırmıştı. Avrupa’dan başlayarak üretici güçlerin gelişimi karşısında Osmanlı’nın toprağa dayalı geleneksel üretim ilişkilerinin ayakta kalma şansı yoktu. Bu durum ekonomik, siyasi, ideolojik dolayımlarla kırsalı tasfiye ederek tarımsal üretimi vurdu. O gün Avrupa’daki ekonomik ve siyasal gidişat nasıl Osmanlı toprak düzenini ve tarımı vurmuşsa, bugün küresel düzeyde egemen olan ekonomik ve siyasi gidişat da Türkiye kırsalını ve tarımını vurmaktadır. Bu sebeple günümüz tarımsal süreçleritek başına “ulusal bir mesele” olarak ele alınıp değerlendirilemez. Türkiye’nin tarımsal süreçleri ancak Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisi bağlamında ele alınırsa yerli yerine oturtulabilir. Bu tarihsel süreçte kırsaldan vergi almayıtaşra eşrafına ihale eden sarayın “İltizam sistemi”yle yerelde giderek ekonomik ve siyasi gücü elinde toplamaya başlayan mültezimlerin türemesine neden olması son derece önemlidir. Bu ilişki biçimi yalnız Osmanlı ekonomisini olumsuz manada hedef alan bir sonuç yaratmadı, aynı zamanda kırsalda köylünün açlık sınırına kadar sömürülmesine yol açan yeni iktidar ilişkileri de yarattı. Bu iktidar ilişkilerini ne geçen yıllar ne de ıslahat, Tanzimat, meşrutiyet gibi batılılaşma hamleleri değiştirebildi. Hatta toprakta özel mülkiyetin kabulü dahi denklemi değiştirmedi.

Soykırım ve el koyma

İktidarda olanların adları değişti ama toprakta mülkiyet ve iktidar ilişkileri esas olarak aynı biçimde sürdü. Ermeni soykırımı ile Ermenilerin mallarına mülklerine el konulması ağırlıklı olarak yine taşra eşrafı eliyle gerçekleştirildi ve bu kesimin zenginliği gün be gün arttı. Yereldeki bu sömürü ilişkileri cumhuriyetin ilanıyla kendini yeni biçimlerde sürdürdü. Hatta cumhuriyet askeri bürokratik elitile büyük kısmı zorbalık,tefecilik, zorla el koyma ile zenginleşen taşra eşrafının ittifakı ile kuruldu. Yaşar Kemal’in İnce Memed ve Teneke’de vurguladığı üzere büyük bir kesimi savaş sırasında dağlarda saklanan bu kesim savaş bitiminde “düşmana göğsümüzü tunç siper ettik” yalanıyla düze inerek savaşlarda büyük kırım yaşamış, malul olmuş ve erkeksiz kalmış yoksul köylerin başına tebelleş oldu. Yoksul köylünün malına el koydu, topraklarını genişletti, karşı koyanı da öldürttü, sürdürttü. Mübadele ile gidenin malına el koyanlar yine onlardı. Bataklık gibi işe yaramaz toprakları işleyerek islah eden gelenlerin ellerinden topraklarını alanlar da yine onlardı. Bu hikaye Anadolu kırsalının pek çok bölgesinde böyle yaşandı. Büyük toprak sahipleri giderek tefecilik, komisyonculuk işleriyle uğraşan, kasabada oturan, Ankara ile sıkı bağlara sahip, kasabanın kaymakamını dahi değiştirme gücüne sahip bir zümre haline geldiler. Bundan sonrası malum. Sermayenin ilkel birikimini kırda sağlayanlar, kentli burjuva sınıflara doğru evrim geçirdiler.İşte Türkiye’nin geleneksel büyük sermayesinin evrimi kırdan kente böyle şekillendi.

Güçlüye tamahın genetiği

Hem burjuvazinin tarih sahnesine emsallerinden çok daha geç çıkması hem de yukarıda sözü edilen süreç Türkiye burjuvazisine önemli karakteristikler kattı. Emsallerinden çok daha fazla gerici, çok daha fazla sağlamcı, çok daha fazla reformlardan ürken ve yenilikçi olmayan, devletten, daha doğrusu güçlü olandan ürken niteliği buradan neşet etti. Hatta emperyalist tahakküm ilişkilerine bu kadar açık olmasının geri yanında da bu genetiğin kodlarını aramak gerekli. Bu verili ilişkiler Türkiye’de yoksul köylülüğü gözeten adına layık bir toprak reformunun yapılmasının önündeki en önemli engeldi. Çok partili hayata geçişten 60 darbesine ve hatta 70’lere kadar toprak reformu siyasal edebiyatın bir konusu olmaktan öte gidemedi.Kırsaldaki verili iktidar ilişkileri sürgit devam etti

Tarımın tasfiyesine karşı alternatif program

Üretici küçük köylülük kırdan kente göç etmek zorunda kaldı. Kırsal nüfus yaşlandı ve üretimden uzaklaştı. Tekellere karşı toprağını savunanların yanında olunmalı. Kürt köylüsünün eşit yurttaşlık temelinde üretim yapmasından yana olmanın devrimciliği üzerine bir alternatif lazım

24 Ocak kararları ve uygulamaya konulan neoliberal dönüşüm programları kırsalın tasfiyesinde önemli bir rol oynamaya aday girişimlerdi. Finansmanı dünya bankasınca sağlanan kredilerle tarımda dönüşüm süreçleri başlatıldı. Devletin tarıma yönelik desteklerinin tedrici olarak azaltılması, ileriki on yıllar boyunca hiçbir zaman istikrarlı olamasa da buradan ileriye tarımsal süreçleri önemli ölçüde belirledi.

DTÖ’nün tarıma etkisi

Özellikle 1989’dan sonra Türkiye’de sermaye hareketlerinin iyiden iyiye serbestleşmesi ile Türkiye’de uluslararası finans kapitalin etkisi giderek artmıştı. Uluslararası mali sermaye Türkiye’de ciddi boyutta dönüştürücü etkiler yarattı. Tarım da bundan nasibini elbette alacaktı. Mali sermayenin hedefleri ile yerel ekonomik ve siyasal dinamiklerin çelişkileri kriz konjonktürlerini tetikledi ama hemen her kriz, uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda dikte edilen ekonomik siyasal programlarla bir sonraki krize kadar ötelendi. 1994, 1999 ve 2001 krizleri böyle oldu. DTÖ’nün (Dünya Ticaret Örgütü) kuruluşu Türkiye tarımını özellikle vurdu. DTÖ’nün tarımda finansal serbestliği devletin korumacı politikalarının engellediği yaklaşımı, Türkiye’nin buğday başta pek çok ürününün TMO (Toprak Mahsülleri Ofisi)tarafından stoklanmasını engelledi. Stok küresel ticaret önünde engeldi.İhtiyaç ithalatla sağlanmalıydı. Bugün yaşadığımız buğday kıtlığının sebeplerini işte buralarda aramak lazım.

IMF’nin dikte ettiği program

1999 yılında IMF’nin dikte ettiği istikrar programı neoliberalizmin kırda daha fazla hissedildiği politikaları beraberinde getirdi. Bunların en önemlisi hiç kuşkusuz tarımsal desteklemelerin tasfiyesi veKİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsü) başta olmak üzere tüm tarımsal kurumların dönüştürülmesiydi. Üçlü koalisyonun niyet mektuplarında bu amaç açık seçik belirtilmişti. 17. Stand By Anlaşması’nda çiftçi destekleme politikalarından vazgeçilerek doğrudan gelir desteği programının başlatılacağı vurgulanmaktaydı. Destekleme politikaları kamu maliyesine gereğinden fazla yük getirdiğinden şikayet ediliyordu. DGD (Doğrudan Gelir Desteği)ile bu yük azaltılıyor ve fazla dış borçların ödemesine yönlendirilebilirdi. Ancak DGD ile tarımsal üretimin azaltılması, Türkiye’nin küresel piyasalarda bir ithalatçı durumuna düşürülmesi demekti. Ayrıca gelir desteğiyle kıt kanaat geçinen bir köylü kitlesi meydana geliyor, gençler ise üretimden tamamen kopuyordu. DGD emperyalizmin Türkiye gibi ülkeleritarımın tasfiyesi ile kendisine bağımlı kılmalarının bir yöntemiydi.

Destekleme politikaları elbette sütten çıkmış ak kaşık değildi. Tarımda kapitalist dönüşümü devlet eliyle gerçekleştirmenin ve bu süreci denetlemenin bir yolu idi destekleme (girdi, kredi ve fiyat desteği) politikaları. Ayrıca tarımsal kesimlere sermaye transferi ile olası direniş potansiyelleri masedilmiş oluyordu. Desteğin tedrici olarak ortadan kaldırılması bu dönüşümün uluslararası sermaye eline terk edilmesine ve açık bir sömürüye imkan verdi. Ardından gelen özelleştirme programı ile TÜGSAŞ,İGSAŞ, TZDKTMO, TEKEL gibi pek çok kurumun satılması da gündeme alındı. Tarımsal desteklerin kaldırılmasıyla tarıma dayalı üretim yapan kurumlar deyim yerinde ise avare kalmışlardı. Değer üretmesi iktidar tarafından engellenen kurumlar “zarar ediyor, hazırdan yiyor” propagandası ile tasfiyenin psikolojik zemini kurulmaya başlandı. Ancak tüm bunların uygulaması kriz sonrasına kaldı.

Krizle birlikte Derviş’in “güçlü ekonomiye geçiş” programı ise neoliberal dönüşüm sürecini daha da radikalleştirdi. Bu program geriye dönülmesi mümkün olmayacak yapısal dönüşümler yaratma iddiasına sahipti. Program desteklemeler konusunda kriz öncesinde yapılanların bir devamını getiriyordu. Ayrıca şeker ve tütün kanunlarında değişiklik yaparak bu piyasaların özerkleşmesi yani piyasa kurallarına terk edilmesi amaçlanıyordu. Bu amaçla şirket temsilcilerinin de içinde olduğu şeker kurulu sektörde her konuda yetkili kılınarak kuruldu. Tütün ve alkollü içkilerde de benzer bir kurul oluşturuldu,tütün alımları durduruldu, tütün alım satım vb serbestleştirildi, böylece TEKEL’in özelleştirilmesinin zemini de kurulmuş oldu. Tütün alımlarının durdurulması aynı şeker gibi Anadolu’da yüzbinlerce tütün üreticisinin üretimi durdurmasına,tarım dışı başka gelir kaynaklarına yönelmelerine yol açtı.İşte 301 işçinin hayatına mal olan Soma Katliamı’nı böylesi bir sosyal zemin hazırladı.

Derviş döneminde bir başka önemli olay Dünya Bankası ile tarım reformu uygulama projesinin yürürlüğe girmiş olmasıdır. Proje ile tarım satış kooperatif birlikleri yeniden yapılandırılırken, oluşturulan çiftçi kayıt sistemi ile desteklemenin sona ermesinden etkilenen çiftçiler için alternatif ürün üretiminin zemini oluşturulmaya çalışıldı. AB sürecinde de genel istikamet değişmedi. Hatta 99 programının bir biçimiyle sürdürülüyor olması tarım konulu müzakerelerin daha sorunsuz sürdürülmesine imkan verdi. Gerçi sorun çıksa da iktidardakilerin direnmeye ne mecali ne de niyeti vardı. Hedef AB’ye tam üyelik olunca tarım alanındaki yeniden yapılanma müzakereleri ancak teferruat olabilirdi, öyle de oldu.

Kırsalın tasfiye edilmesi

2010 yılına dek kırsal önemli ölçüde üretken nüfus açısından tasfiye oldu. Devlet desteği ile ayakta kalan üretici küçük köylülük kırdan kente göç etmek mecburiyetinde kaldı.Kırsal nüfus yaşlandı ve üretimden uzaklaştı. Piyasanın kurallarına göre üretim yapan özel ürünler yetiştirip pazarlayabilen bir kısım üretici ayakta kalabildi. Uluslararası tarım şirketleri, Türkiye tarımına, neyin ne kadar nasıl ekileceğine kadar hakim olmaya başladı. Ulusal tarım politikalarının yerine uluslararası tarım tekellerinin dayatmaları ikame oldu. Devletin çiftçiyi ulusal ve uluslararası piyasa dalgalanmalarından korumaya dönük önlemlerinin tasfiyesiyle, yoksul köylülük yok olmakla karşı karşıya kalırken uluslararası tekellerin ihtiyacı doğrultusunda, onlardan gelen tohum, gübre, kredi vb desteklerle direk dışarıya üretim yapan görece ayrıcalıklı azınlık bir çiftçi kesimi oluştu.

Kürt sorununun tarıma etkisi

1980 ile 1990 arasında ülke nüfusu %26 arttı. Buna karşın kent nüfusu yüzde 76 artarken kır %13 azaldı. 1998- 2008 arasında 4 milyon kır emekçisi topraktan koptu. Bunda iktidarın uyguladığı neoliberal politikalar kadar kirli savaş sebebiyle en az 3 bin köyün yakılması ve halkın zorunlu göçe tabi tutulması da önemli bir sebeptir. Bütün bu süreçteKürt sorunundaki çözümsüzlüğün Türkiye tarımı üzerindeki olumsuz etkisi son derece belirgindir.Köylerin ve mezraların boşaltılması, yayla yasakları, sokağa çıkma yasakları, çiftçilik yapan halkın büyük kentlere göç etmek zorunda bırakılması, hapsedilmesi, yüzbinlerce hektar alanın mayınlanması, yüzbinlerce hektar ormanın ve tarım alanının yakılması bugün ülkenin tarımda ve hayvancılıkta dışa bağımlılığının en önemli sebeplerindendir.

Yıllar içinde tarım topraklarının tarım dışı amaçla kullanılması hız kazandı. Sahil bölgeleri ve büyük kentlerin çevreleri başta olmak üzere tarım toprakları betona boğuldu. Nüfuz artışı ile doğal bir artış seyri izleyecek olan inşaat sektörü, AKP döneminin başat sermaye birikim modeli olarak görülüyor olması sebebiyle büyük bir hızla gelişerek tarım topraklarını yok etti. AKP iktidarı ile geçen dönemde tarım topraklarının yüzde onundan fazlası yok edildi. Gelinen noktada köylü kredi borçlarının giderek daha fazla özel bankaların ellerinde toplanıyor olması, uluslararası sermayenin tarım topraklarının üzerinde direk söz sahibi olma hedefi,tarımsal üretimin bu sermaye gruplarının yönelimlerine terk ediliyor olması gibi faktörler sürecin çok daha zorlu hale geleceğini gösteriyor. Ayrıca tarımı ciddi düzeyde etkileyecek olan küresel ısınmanın Anadolu tarımına olumsuz etkileri, su kaynaklarının azalması,tarım toprağının nitelik kaybına uğraması, ormanlık alanların yok edilmesi gibi faktörler tarımsal süreçlerin önünde ciddi sorunların olduğunu gösteriyor.

Barış içinde bir tarım için

Çok kısaca özetlemeye çalıştığım bu tarihsel sürecin, ciddi ekonomik, sosyal, siyasal sonuçlar doğurduğu, halk sağlığı açısından çok boyutlu sorunlar yarattığı malum. Dolayısıyla HDP olarak üzerinde çok yönlü bir biçimde düşünmemiz gereken, dahası alternatif politikalar oluşturmamız gereken bir alan tarım alanı. Alternatif bir tarım programı hiç kuşkusuz insanlık onuruna uygun, sağlıklı beslenmenin ve giyinmenin ancak mücadele edilerek kazanılabileceği temel felsefesi üzerine kurulmalı. Bu alanın sınıflar mücadelesinin özgün bir alanı olduğu, devrimci mücadele perspektifinin bir parçası kılınabildiği oranda sonuç alıcı olabileceği unutulmamalı. Kâr hırsıyla yapılan ve dünyayı defalarca doyurabilecek boyutta tarımsal üretime karşın milyarlarca insanın sağlıklı gıdayı bırakın sağlıksızına dahi ulaşımının mümkün olmadığı yerde meselenin politik olduğunu unutmayan bir yerden alternatif bir tarım politikası oluşturulmalı.

Hibride ve GDO’lu tohuma karşı atalık tohumu, büyük kapitalist çiftliklere karşı küçük aile tarımını, ataerkilliğe karşı kadın çiftçiliğini,tarım ürünlerinin piyasaca belirlenen üretim, paylaşım ve tüketim standartlarına karşı kolektif ve ihtiyaca göre üretim ve tüketimi,topraklara el koyan uluslararası tarım tekellerine karşı o topraklarını savunan köylünün yanında olmayı, ormanları ve tarım alanlarını yakan, yaylalara mera yasağı koyan zihniyete karşı,Kürt köylüsünün eşit yurttaşlık temelinde ve barış içinde üretim yapmasından yana olmanın devrimciliği üzerine bir alternatif program inşa etmeliyiz.

Kaynak: Yeni Yaşam

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…