Hicran Aslan: Dışarısı Mağara Kaç (Ankara: Kaos Çocuk Parkı Kitap, 2018)

“Şiirsel esinin simgesi olan Pegasus, Gorgon Medusa ile deniz tanrısı Poseidon’un çocuğuydu. Doğumu, annesi Medusa’nın başının Perseus tarafından kesilmesiyle gerçekleşir; kanatlı at annesinin karnında bekler; o amansız kılıç Medusa’ya yaklaşır, güneşte parlar ve kellesini kusursuz, acımasız bir darbeyle uçurur. Aklın şiddetiyle/ kuvvetiyle (Perseus bazen aklın gücüyle anılır) serbest kalan esin atı o yaradan dışarı fırlar, şiir göklerine doğru ilk kez kanatlanırken toynakları annesinin kanını sıçratır etrafa.” [1]

Pegasus anlamlı bir başlangıç Hicran Aslan’ın şiirini anlamak için zira gündelik yaşam içinde beden, şiddet ve lirik deyişin birleşiminden mayalanan bir şiir var karşımızda; şiirinin öznesi ise kendini bedeniyle, şiddetle yoğrulmuş bedeniyle belli eder. Burada görülen lirik şiir Pegasus’un kanlı, vahşet dolu doğumunda olduğu üzere şiddetle harmanlanmış bir doğaya sahiptir. Söz konusu şiddet, Hicran Aslan’ın şiirini katıksız, halinden memnun bir lirik (kendiyle ve dille barışık, doğaya ya da bireyin deneyimlerine güzellemeler yapmayı olanaklı kılan, bireyin varoluşunu muzafferane bir tonda haykıran, aralıklarla da olsa yaşam sevincinin kıvılcımlarını çaktıran bir pastoral) değil, çelişkilerle, çatışmalarla, savrulmalarla örülü dramatik bir lirik olarak tanımlamaya yöneltebilir. Yöneltmeli de.

Dramatik lirik deyişimin nedeni şiirde iki farklı sesin söyleşmesinden değil, şiirlerin öznenin gündelik deneyimlerine olduğu kadar coğrafyaya, kişisel/etnik tarihe demir atmasından, yaslanmasından ve onlarla zımni bir diyalog içinde bulunmasından. (Zira eklemek gerek: bir şiir ne denli yalıtılmış bir öznenin ürünü, sözcesi, söylemi olarak gözükse de başka şeyleri içermekten kaçınamaz. Ve yine zira, yekpare, kendi kendine yeten, özerk bir özne kavramı söz konusu olamaz.) Burada “demir atmak”la kastım, coğrafyadan ve tarihten beslenmek, şiirine sağlam payandalar oluşturmak kaygısı, zorunluluğu. Zira lirik özne adeta coğrafya ve tarihle simbiyotik/mutualist (ortaklaşacı) bir ilişki içindedir. Lirik özneyi o tarih-coğrafya oluşturmuştur; lirik özne ise dizelerinde yeniden hayat verir ona. Diğer birçok lirik şiir/şair için de doğrudur kuşkusuz bu saptama, ancak Aslan’ın şiirinde belirgin olan şeylerden biri öznenin kendini herhangi bir uzam-zaman içinde değil, deneyimlediği uzam-zaman koordinatlarında bulması ve bunu vurgulamasıdır.

Tarih de coğrafya da onlarla bir hesaplaşmaya girmeye çalışan şair için zorlu bir ilişkiler yumağıdır, “devre arası” adlı şiirde geçtiği gibi: “ah! Ne zordur ellerimizin kınalandığı / doğuyla ehlileşip anlatmak acıyı” (9) . Kınalanmak, kına yakmak burada şiir öznesinin coğrafyasıyla ilişkisini belirleyen, onu açımlayan bir ipucudur. Kına, kurbanın alnındadır. O ünlü göksel müdahaleyi dinsel metinlerden biliyoruz: İbrahim peygamberin süsleyip püslediği oğlu İsmail’i tam kurban edecekken gökten kınalı bir koyun gelir. Kurban etme eyleminin nesnesi bir türden bir başka türe aktarılır. Anadolu’da kurban oluşun emaresidir kına: kurbanlık hayvana, askere, geline yakılır. Kınanın kurban, evlilik, askerlik gibi kurumlarla, dolayısıyla erkek-egemen söylemle yakın bağları var ve bunlar özellikle kadınların varoluş koşullarını kuşatan unsurlardır. Şiirdeki özne de coğrafyaya kurban edilme durumundan bahseder. (Her kurban edilişte olduğu üzere, çok da gönüllü bir dile getiriş değildir lirik öznenin sözünü ettiği. Bir edimin nesnesi olarak bulur kendini, elini. Kurban aslında iktidar biçimlerinin aktarılmasının bir uzantısıdır: devlet, aile ve evlilik yoluyla.) Dahası lirik özne, acısını coğrafyanın (Doğu) ehlileştirilmesi, evcilleştirilmesi, onunla uzlaşılabilmesi halinde dile getirebilecektir. Bu haliyle de coğrafyanın sancılı bir şey olduğu ortaya çıkar ve bir paradoksu, çıkmazı da imler.

Öznenin kınalandığı, evlendiği, yoluna kurban bellendiği doğu, evcilleşmesi – en azından lirik öznenin deneyimlerini dikkate aldığımızda- imkansız bir coğrafyadır: “dondurucuda çocuğunun bedeniyle / eve hapsedilmek” (“kelebek”, 11) . Yaşam sevincinin tıkandığı koşullar geçerlidir; bu yüzden katıksız bir lirizm de, ona kaynaklık edebilen saf, cennetsi bir doğa da yoktur.

dut ağacının rüyası

ipek böcekleri en güzel kozayı örsün diye
hevsel bahçelerinden dut ağaçları kiralayan
adamın kızıyım ben
ki sonraları birçok kürt genci gibi
inşaat işçiliğine mahkûm edildi
çimento, soğuk, nasır, inşaat artığı karışımı
bir şeye dönüştü elleri
babam ilk tenim
ev almak için
duvarlar ördü durmadan

Şiirin ilk kısmını alıntıladım. Kitaptaki en çarpıcı şiirlerden biri bence. İlk üç dizede bir baba hakkında yazılan duygusal bir lirik izlenimi verir şiir. “… adamın kızıyım ben” dizesi hem bir övüncün hem de bir endişenin dışavurumudur. Övünçtür çünkü baba ipekböceklerine adeta onları mutlu etmek istercesine yaşama hakkı veren bir insandır. Endişe ise babayla aynı kaderi paylaşma ihtimalidir ve metnin ortasına bir sfenks gibi yerleşir. Zira baba ipekböceklerinin yumuşak, narin dünyasından inşaat işçiliğine taşın, betonun sert, acımasız dünyasına savrulur ve emeğiyle “şeyleşerek” bir ipekböceğine dönüşür. Bu dönüşümün kapitalizmin çarklarında ve Türkiye’nin sosyo-ekonomik-etnik politikalarının bir sonucu olarak gerçekleştiğini söylemeye hacet bile yok.

Bu şiirde ve “kelebek” şiirinde (“ölen kelebeğim”) dile getirilen kurban edilme izleği kitabın tamamında farklı şekillerde ortaya çıkar ve lirik öznenin babasıyla benzer bir ruh haline sürüklendiğinin itirafı gibidir:

ben o uykudaki kötünün
pimini çektim çoktan
kurudum bir ağacın köklerinde

sana yaramın imkânsızlığıyla
hiçbir şey kalmamış inancımla sarıldım
ellerim yanarken
sokaktaki anne cesede
pencereden bakıyordu çocuk
kaplumbağanın gözyaşını içtim
ölen kelebeğim (12)

Şiirdeki biyolojik dönüşüm-kaybolma-kurban edilme-öl(dürül)me izleği aynı zamanda geleneksel/saf pastoralin ya da iyimser bir lirizmin imkânsızlığını da akla getirir. Zira doğa katıksız bir pastorale izin vermez; civcivin ( 36) ya da kelebeğin (41) kedi tarafından öldürülmesinde görüldüğü gibi. Yalnızca siyasi, etnik bir kurbanlaştırma retoriğine sığmayan bir kavramdır hayatın ve doğanın acımasızlığı; acının ve ölümün “Doğu”daki sıradanlığını vurgulayan bir yaklaşım söz konusudur.

Aslan’ın bazı şiirleri bir yeniden yazma, yeniden yorumlama egzersizleri olarak görülebilir. Bunlardan birisi “guernica”: hem bir yeniden yazma hem de bir ekfrasis örneği. Ekfrasis, Yunanca betimleme anlamına gelen ve bir sanat eserinin (yontu, tablo ya da fotoğraf) betimlendiği şiirler için kullanılan bir sözcük. En bilinen örnekleri arasında Robert Browning’in “Fra Lippo Lippi”, John Keats’in “Ode to a Grecian Urn” ve W. H. Auden’in “Musée des Beaux Arts” gibi şiirleri yer alır. Türk şiirinde Nâzım Hikmet, İkinci Yeni şairlerinin bu tekniği kullanarak yazdığı şiirler bulunur.

Guernica’nın yeniliği Picasso’nun Franco’yu destekleyen Nazi ve faşistlerce bombalanan kasabayı ele alan sarsıcı, kübist bir kolaj olmasıdır. Aslan’ın şiirini ekfrasis olarak farklı kılan şey ise Picasso’nun resmini sözcüklerle yeniden üretmesi ya da betimlemesi değil, birkaç dizede yeni bir “Guernica” tablosu çizmesidir. Anıştırmanın ekonomisinden yaralanan bir ekfrasis. Yer, şairin “Doğu”sudur, İspanya’nın bombalanmış Guernica kasabası değil, olay da İspanya İç Savaşı’nda değil günümüzde vuku bulmuştur. Metinlerarası bir transpozisyon diyelim; yani görsel bir imgeler bütününün çağrışımlarından yararlanarak sözcüklerle başka bir zaman diliminde, farklı bir mekânda, başka bir kompozisyon yaratmak. Aslan kendi Guernica’sını yazar sözcüklerle: acı ve dehşetin boyutları değişse de kıyım her yerde kıyımdır. Ancak Picasso’nun tablosuna gönderme yapılarak şiddetin evrenselliği vurgulansa da bu yeni bir Guernica’dır; boğa ve at yoktur belki ama kemiklerle oynayan çocuklar vardır!

“guernica” Picasso’nun eserini anıştırır ve lirik öznenin coğrafyasına ilişkin güçlü çağrışımları olan sözler söylemesini sağlar. “penelope” şiirindeyse Odysseus’un karısının yaşadığı çıkmaza ses vererek onunla benzer bir ruh halinde olduğunu belli eder. Domestik bir tutsağa, taliplilerin arzu nesnesine dönüşen Penelope domestik uğraşı sayesinde taliplileri oyalamayı başarır: “gece ördüğümü sökerken/ gündüz örerken yeniden kefeni / hiçbir sona ulaşmayan / hep bir sonu isteyen ben” (59) . Benzeri domestik unsurlar Dışarısı Mağara Kaç’ta yer yer belirir. Ancak söz konusu domestik olan varoluşsal hatta var olma, hayatta kalma gibi kavramlarla at başı gider ve bu yolla sorunsallaştırılır.

Kurban izleği, “unut” şiirinde yeniden karşımıza çıkar. Lirik öznenin kendini özdeşleştirdiği kurban edilen koyun travmatik olduğu kadar bir aydınlanış anı sunar. Lirik öznenin çocukluğunda karşılaştığı hayvan kurban etme deneyimi travmatiktir, yok edici bir eylem olarak çocukluğun Guernica’sıdır bir anlamda. Şiirin sonundaki “her katil kurbanına âşık biraz/ her cellat kazıya kendinden başlar” (55) dizeleri ise Sylvia Plath’ın “Baba” şiirindeki “her kadın bir faşiste hayran” dizesine açık bir göndermedir.

Aslan’ın şiirlerinde dikkat çeken bir başka unsur anekdotların can alıcı bir işleve sahip olması gibi geliyor. Birçok şiirde bu anlatı parçacıkları şiirin anlam zeminini genişleten, imge dünyasını büyüten birimler olarak karşımıza çıkıyor. Şiirin belkemiğini oluşturan, yaratmak istediği etkiyi barındıran bir nodül gibi iş gören birimler bunlar ya da lirik öznenin içinde bulunduğu ruh halini açımlayan atomlar. Neredeyse her şiirde bulunabilir. Bunu organik bir şiirle karşı karşıya olduğumuzu gösteren bir emare olarak görüyorum. Bunu yalnızca şiirin kendi kendine yeten, bütün unsurlarıyla bir ilişki kuran bir metin olarak değil, şiirin bedensel-dirimsel bir olgu olarak tasarlandığını ve hayat bulduğunu ima etmek için söylüyorum. Daha önce alıntılanan şiirlerden başkaca da örnekler verilebilir:

uzun süre aç kalan devenin ağzına aldığı diken (“piknik tüpü” 45)

dedemin evindeki kırlangıç yuvaları
cehenneme ağızlarında suyla
yangını söndürmeye koşacaklar
bu yüzden hiç kapanmaz kapılar (“gürültü” 47).

yaramaz çocuklar gibi
çırpındıkça dökülen o kuş
tüylerinden yastık yaptım (“karnaval” 50)

Organik bir şiir dedik… Şiiri bir imge üzerine değil, bir olay üzerine, daha doğrusu bir olaydan beslenen, bir olay gibi iş gören, yaşam akışını, var olanı sarsan bir hakikat üzerine kuruyor adeta Aslan… İmgeler her yerdedir, duyularımızdan, belleğimizden beslenerek bizi çevrelerler. Şiir imge değildir yek başına. Uykuda ayın karanlık yüzü gibi silikleşirler, bilincimiz rölantiye geçtiği için. Sonra bizle uyanırlar ve eşlik ederler bize. İmgeye şiirsel değer kazandıran şeyin olay olduğunu söyleyebiliriz, yani bir bağlam içinde bir kısa devre gibi çalışan, var olan durumu ya da algımızı bozan bir şimşek çakma anı. Aslan bu noktayı kullanıyor; bunları bazen anekdota dönüştürüyor, bazen de bir anlatı gibi yayıyor şiirinin bütününe.

Hicran Aslan son zamanlarda keyifle okuduğum şairlerden biri. Onu ilk Dışarısı Mağara Kaç kitabıyla tanıdım ve sevdim. Onu farklı kılan şey, şiirini liriğin içedönüklük ve yalıtılmışlık eksenine yaslamadan ve “kadın şair” tipolojisinin sınırlarına hapsetmeden büyütmesi denebilir.

Fahri Öz

[1] Annie Finch: The Body of Poetry: Essays on Women, Form and the Poetic Self (University of Michigan Press: 2005) s. 1.

Kaynak: KAOS-GL

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…