Kültür nedir sahiden? Yeryüzünde adı sanı duyulmamış bir halk-millet dilini, geleneklerini, dini ritüellerini vs. hayatta tutmak için neden bu kadar diretir? Bu zorlu akıntıya karşı (ki bu çağda akıntının hızı daha da güçlü) kürek çekmek için nereden geliyor bunca azim? Kaçınılmaz son gelecekse bir gün, ölümü neden bu kadar yadsır insan? “Bir millet dilini ve geleneklerini yaşattığı sürece yaşar” der, bahsi geçen filmdeki bir karakter. Hayatta kalmayı başarmış birkaç kişi, bir avuç kadar bile yer kaplayamazken yeryüzünde (ister küçük bir kent, ister küçücük bir köy, ister koca bir memleket olsun), neden kendini çoğulculuğun insafına bırakmıyor? İnsan ya da insanlar neden sahip oldukları alışkanlıklardan kolayca vazgeçmiyor, vazgeçemiyor?
Bu tür soruların yanıtının hiçbiri anlamsız değil, ama kesinlikle zor, en azından benim için öyle.
Tersini de sorabiliriz: Bizi biz yapan yönlerimizden neden vazgeçelim? Bizi ötekinden ayıran farklılıklarımız; küçük ya da büyük tüm özelliklerimiz.
Genç karısı Tanya’yı kaybetmiş olan Miron, Merya’ların geleneklerine-inançlarına uygun bir şekilde onu son yolculuğuna çıkarmak ister ya da Merya kültürüne biat ederek sevdiği kişiyle vedalaşmak. Çalıştığı kâğıt fabrikasındaki bir arkadaşından ya da Merya halkından biri olan Aist’ten yardım alır.
Karakterler dile gelir: “Bu ayin bir Merya’yı hayata bağlayan son şey. Bu da unutulursa geriye ne kalacak?”
Bizi biz yapan şey ya da insanı insan yapan şeyler: Ritüellerimiz.
Merya adında bir halk gerçekte var mı, yaşadı mı, bilmiyorum. Neticede bir yazar ya da bir yönetmen-senarist gerçek diye bize sunduğu yapıtının tamamı kurgu da olabilir, mesele izleyiciyi ya da okuru inandırıp inandırmamasında. Şahsen ben inandım, bu film kayıp bir ruhun ölü balıkların sırtında yazmış olduğu bir şiir bile olsa.
“Merya’da Tanrılar yok. Sadece birbirimize duyduğumuz sevgi var.”
Aist’in kederli monologları film boyunca bizimle yürür.
Yaşadıkları Neva’dan Oka nehri kıyısında güzel bir kasaba olan Meschyorskaya Porosl’a (filmde geçen bu) ölü Tanya’nın yolculuğu başlar. Yolculuk Duman denen, medeni bir insanın sevdiği kişi hayattayken başkalarına asla anlatamadığı cinsel içerikli konuşmayla devam eder. Miron’nun genç karısının vücuduna duyduğu arzunun büyüklüğü kadar: “Anlatan kişinin o sırada yüzü aydınlanır ve şefkatle üzüntüye dönüşür.” Ağır akan (ki ben ağır akan filmlerin hayranım, bu film de bazı yerleriyle Tarkovsky’nin Nostalghia’sını anımsattığını eklemeliyim), sonlara doğru belgeselimsi (ki bu filme kusur değil, konusunun gerçekliğini daha da sağlamlaştırdı kanımca) ve şiir gibi bir film, ki bu yazının bir amacı da bunu bir kez daha hatırlatmaktı.
“Su ölümsüzlüktür bir Merya için.”
Tanya’nın ölü bedenini Oka nehri kıyısında yakıp küllerini nehrin sularına savururlar.
Baştan sona kadar bir ayin havasında geçen film; her ne kadar farklı kültürlerden olsalar da aslında insan denilen varlığın yaşam ve ölüm karşısındaki tepkisinin hep aynı ya da benzer olduğunu bir kez daha gösterir bize. Farklı yaşamları ve hatta ölümleri sevip sevmemek ise yine insana kalmış.
“Bizler boğulan birini kurtarırsak onu yakmayız. Ağırlık bağlarız ve onu suya geri veririz.”
Ovsyanki filmi Merya kültürünün kalıntıları, Aist, Miron, Tanya ve tabii bir de kiraz kuşları ile baba Merya şairinin hikâyesi ya da belki de kaybolmakta olan bir kültürün son ayini.
Son sözü yine sessiz ruhlar’ın acı ve hüzün dolu sesine-kelimelerine bırakıyorum:
“Eğer bir şeyin kaybolması gerekiyorsa, kaybolması kaçınılmaz.”
Ovsyanki (Sessiz Ruhlar)
Yönetmen: Aleksey Fedorchenko
Senaryo: Deniş Osokin
Oyuncular: Yuriy Tsurilo, Viktor Sukhorukov, Yuliya Aug, Olga Dobrina
Yapım yılı 2010, Rusya
Kaynak: OGGİTO
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…