İktidar, tek boyutlu, bir yerden, bir araçla ve bir yöntemle kurulan bir olgu değil. Üzerine kütüphaneler dolusu eser yazılmış, son derece karmaşık bir konu. Toplumsal/kültürel iktidarla karşılaştırıldığında, siyasal iktidarın‘hukuksal düzeyde’ kuruluşunu kavramak görece daha kolay. Çünkü anlaşılabilir, fark edilebilir, benimsenebilir ya da itiraz edilebilir hukuk kurallarından ve yerleşik ilkelerden, geleneklerden oluşuyor. Kim, hangi yasalara dayanarak ve hangi yolları takip ederek iktidar olacak ve o iktidar hangi çerçevede hareket edecek…

Oysa toplumsal, peşi sıra siyasal yaşamın seyrini belirleyen kültürel iktidar inşası o kadar kolay kavranamıyor. Ailede, okulda, sokakta, insani ilişkilerde, iş yerlerinde, sohbetlerde, medyada doğup büyüyor. Kendiliğinden değil kuşkusuz. Unutmayalım; “Toplumdaki egemen düşünce, egemen sınıfın düşüncesidir.” Hiçbir toplumsal norm, alışkanlık, yargı, inanç; başı boş oluşmaz.

Türkiye’de egemen sınıfın halihazırdaki iktidarı, siyasal İslamcılar’ın elinde. Merkez sağcıların ya da sosyal demokratların elinde de olabilirdi. Egemen sınıfın niteliğini değiştirmezdi bu, ancak o sınıfın iktidarının kullanma biçimini farklılaştırırdı. ‘Aman canım, kapitalizm olduktan sonra, ha Ali ha Veli olmuş, ne fark eder’ yanılgısına kapılmamak gerekir. Ali ile Veli arasındaki fark, Fransız egemen sınıfı ile Türkiye egemen sınıflarının yönetim tarzı tercihleri arasındaki farkı anlatır. Kapitalizmin en vahşi versiyonu ile sosyal devlet önlemlerinin ciddiye alındığı versiyonu; düşünce özgürlüğünün boğulduğu ile iyi kötü nefes alınabilen arasındaki farkı, farkları…

Siyasal iktidar sahipleri, uzun süredir kültürel iktidar yoksunluğundan şikayetçi. Muhtemelen hayal ettikleri iktidarı hiçbir zaman inşa edemeyecekler. Zira, höt zöt ve daha fazla din/milliyetçilikle kurulabilir bir şey değil, özendikleri. Ancak, farklı kesimlerin birlikte, eşitçe ve insan gibi yaşam isteklerini samimiyetle gerçekleştirme çabasıyla mümkün olabilir(di) bu hedef. İktidarın böyle bir amacı da başarma kapasitesi de yok. Haliyle, Nuri Bilge Ceylan değil, iyi ihtimalle Hayrettin Karaman çıkıyor dünyalarından…

Evet o iktidar kurulamaz belki ama söz konusu iktidarın günlük yaşamı ve orta vadede toplumu dönüştüren etki yaratması mümkün. Nitekim, son zamanlarda gözle görülür biçimde artan lümpenleşme ve her alana sirayet eden şirret dil, cehaletin kutsanması, şiddetin muhtelif türlerinin ve küfür kıyametin kanıksanması, söz konusu etkinin başarıyla yaratıldığını sergiliyor. Hürrem Sönmez’in ifadesiyle, ‘herkesin her şey olabileceğini düşündüğü’ bu devir ve ülkede.

Şiddetin eylemde ve dilde bu denli normalleşmesi/kanıksanması, özenle inşa edilen bir dünyanın çıktısı. Tek başına AKP’nin ürünü olduğunu söylemek haksızlık olur tabii. Ancak son yıllarda olup bitenlerin, siyasette, tartışmalarda tercih edilen pervasız yöntemlerin ve dilin yarattığı güncel tahribatı görmemek için de hakikaten epey çaba harcamak gerekir!

Nasıl bir kanıksama bu?

Örneğin Türkiye’nin en büyük havaalanında, bir gece, kaç kişinin otomatik silahlarla öldürüldüğünü hatırlayan var mı? Sahi, ne zaman gerçekleşmişti! Güvenpark’ta, Merasim Sokak’ta parçalanan insanlar? Gar’da parçalanan insanlar? Davayı ısrarla takip edenler olmasa, unutmak ne kadar sürer? Suruç’u? Diğerlerini…

Gar’da yaşanan katliam ile Konya’daki stadyumda, parçalanan insanların cenazelerinin yuhalanması arasındaki bağı görmeyelim mi? Şiddet ile o şiddeti onaylayan ve köpürten dil arasındaki ilişkiyi? Ha keza, halihazırdaki idam taleplerini, yüz kızartıcı idam tutkusunu! Hepimiz biliyoruz ki, asıl konu idam cezası filan değil; iktidarın istediği, idam üzerine konuşulması. ‘İdam isterüüüük’ün, bir ‘talep’olarak her daim canlı tutulması.

Bilmem ne kadar takipçisi olan bazı sosyal medya hesaplarının hemen her konuda küfürlü yorum yapıyor oluşlarını, umursamayalım mı? Yıllar önce ‘AMK’ adlı ergen gazetesi yayına başladığında, adı nedeniyle tepki çekmişti. Şimdi, şu ifadenin nasıl yaygınlaştığını, neredeyse ünlem vazifesi gördüğünü, dert etmeyelim mi?

Yalnızca maaşlı küfürbazlardan, bir gün iktidar değiştiğinde birkaç saat içinde tümü kapanacak olan trol hesaplardan değil, çok daha yaygınlaşmış bir dilden söz ediyorum. Yaşamın her alanına sirayet eden, buraları yaşanmaz hale getiren üsluptan.

Sokakta, dolmuşta, takside, markette, maçta, okulda, iş yerinde… Nedenleri belli lümpenleşme, adileşme, maçolaşma…

Bakın siyasetçilerin diline. Basının diline. Yalnızca şu seçim sürecinde dahi birileri argo ifade, hakaret, hedef gösterme ve küfürleri derlese epeyce zengin bir külliyat çıkar ortaya.

Bu süflilik ile örneğin gazetecilerin açıkça, hiçbir kaygı taşımadan hedef gösterilmesi, ölümle tehdit edilmesi arasındaki bağı, kurmayalım mı? Allah korusun, o insanların başına bir şey gelse, hemen hiç kimsenin umursamayacağını, bir iki günlük tartışma konusu olmaktan öte etki yapmayacağını, eğer dövizde hareketlenmeye neden olmadıysa aldırış edilmeyeceğini tahmin etmek çok mu güç?

Bakın seçim sonuçlarıyla birlikte ortalığa saçılan ‘geçirdik’‘koyduk’ gibi hınç sözcüklerine. Kime geçiriyorsun, komşuna mı? Neden peki, sen başka bir iletişim yolu bilmiyor musun? Toplumsallığın, bundan mı ibaret?

Kafası karışık bir ülke burası. ‘Siyasetin düzgün insanlara ihtiyacı var’ fikri ile ‘Türkiye’de lafı geçiren adam iş yapar’ kanaati, aynı insanlardan çıkabiliyor. Neden? Nasıl? Seçim sürecinde kısa sürede heyecan yaratmayı başaran Muharrem İnce’ye dair en çok işitilen övgülerden biri, ‘Altta kalmıyor’ idi. İyi laf yarıştırıyor, hakkından geliyor, sözünü esirgemiyor…

Siyasal iktidarın yaratmaya çalıştığı ve büyük ölçüde başardığı kamplaşma ortamında, serpilmek için uygun koşulları bulan bu dil, herkesi esir almış durumda artık. Biriyle mücadele yolunda, onun dilini en az onun kadar mahir kullanmak! Toplum bu dilden anlıyor. Toplum bu dili seviyor. İyi hoş da, topluma farklı ve daha derli toplu bir örnek sunmak, çok mu beyhude bir deneme olur. Bu toplum, örneğin Ecevit’in dilini de sevmemiş miydi?

Bugün böyle bir konu yoktu planımda. Seçim konulu yazılara, ‘bir siyaset yapma biçimi olarak boykot’ ile başlayacaktım. Gece, Muharrem İnce’nin Ayşe Arman ile söyleşisi ve sonrasında bir köşe yazarının tepkisine neden olan polemiği okuyunca yazmak istedim. Haberiniz vardır mutlaka, şu ‘Şerefsiz oğlu şerefsiz’sohbetlerinden!

Herhalde Hürriyet gazetesinin en adil/tarafsız basın organlarından biri olduğunu düşünüyor ki ilk söyleşiyi Ayşe Arman’a verdi Muharrem İnce. İnce, seçim kampanyasında da, sonrasındaki açıklamalarında da ‘delikanlı’ bir dil kullandı. Bazen, racon dili. Bundan böyle de kullanacağa benziyor. Ne güzel! Tam da ihtiyacımız olan şey bu!

Geçirmeler, koymalar, mert ve namertler, şerrrefffsizler, kodumu oturtmalar, sakın eksilmesin yaşamımızdan!

Her Allah’ın günü tanık olduğumuz ve artık kanıksadığımız türlü şiddet eylemleri, dildeki şiddetten ayrı düşünülemez. Birbirini besleyip büyüten marazlar bunlar.

Bir insan çok bağırdığında, ikna edici değil, çığırtkan olur. Bir insan sürekli küfür ettiğinde, haklı değil, küfürbaz olur. Bir insan karşısındakine sürekli hakaret ettiğinde, olduğundan daha akıllı ya da nitelikli değil, terbiyesiz olur.

Başta siyasetçiler olmak üzere herkesin birbirine racon kestiği, kabadayılığın makbul sayıldığı, sıradan yurttaşın silahla poz verebildiği, cenazelerin yuhalandığı, gazetecilerin pervasızca hedef gösterildiği, bakanların parti liderlerini telefonla tehdit ettiği, her felaketin/katliamın üç gün sonra unutulduğu, edepli davranışın giderek lüks sayıldığı ve seçim gecesi ortalıkta silahlı tekinsiz tiplerin ‘kutlama yaptığı’ (!) bir memlekette, hangi partinin kaç milletvekili çıkardığı hakikaten önemli mi?

Biraz…

Kaynak: Bianet

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…