Pablo Neruda 21 Ekim 1971 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü’ni aldı. Neruda şiirlerinden birkaç örnek ve Oggito’da yayımlanan Hülya Soyşekerci’nin ”Pablo Neruda’nın Zamana Tanıklığı” yazısı Özgür Denizli okurlarıyla paylaşıyoruz.

**

Pablo Neruda’nın Zamana Tanıklığı – Hülya Soyşekerci

Cenazesinde çoğu işçi, on binlerce kişi yürüdü. “Pablo Neruda yaşıyor!” diye haykırıyordu insanlar. Bir şairin aşk, yurt sevgisi ve serüvenle dolu yaşamı sona ermişti…

Pablo Neruda, büyük acılarla; şiddet, kayıp ve ölümlerle; yoksulluk, sömürü, baskı ve askeri darbelerle dolu bir coğrafyada; Latin Amerika’da doğup büyüyen, orada ve dünyada yaşanan toplumsal dramların insanlarda bıraktığı etki ve sarsıntılara yakından tanıklık eden; o acıları yüreğinin derinliklerinde duyumsayarak, şiirlerinde etkili dizeler halinde dillendiren büyük bir şair.

Neruda’ya göre, dünya, hatta tüm evren kanayan bir yerdir; insan binlerce yıldan beri hep acılarla kuşatılmıştır: Acılardan daha büyük bir yer yoktur Bir tek evren var, o da kanayan bir evren.

12 Temmuz 1904’te Şili’nin Parral şehrinde demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Pablo Neruda, annesini çok küçükken kaybetti. 13 yaşındayken yerel La Manana gazetesine makaleler yazmaya başladı. Asıl adı Neftali Ricardo Reyes Basolato olan şair, 1920’de Selva Austral isimli bir edebiyat dergisinde “Pablo Neruda” adını kullanarak edebi metinler, şiirler kaleme almaya başladı. Bu takma adı Çek şair Jan Neruda’nın eserlerini büyük bir beğeniyle okuduktan sonra seçmişti. İlk kitabı La cancion de la fiesta’yı (Festival Şarkısı), henüz 17 yaşındayken; 1921 yılında yayımlayarak edebiyat dünyasına adım attı.

Crepusculario’yu (Alacakaranlık) adlı kitabını da 1923’te yayımladı. Sonraki yıl, şairin pek çok dile çevrilmiş kitaplarından Veinte poemas de amor y una canción desesperada (Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı) yayımlandı. Derin duygularla yazılan bu şiirlerde, insana özgü evrensel bir duygu olan aşkı bütün hüznüyle, ayrılık acılarıyla ve şaşırtan mutluluk kıvılcımlarıyla işliyordu genç Neruda. Bu Gece En Hüzünlü Şiirlerimi Yazabilirim başlıklı şiirinde şöyle yazmıştı: Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim Duymak yitirdiğimi, ah, daha neler neler Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere Uzaklarda birinin söylediği türküler… Bu ince duyarlılıkları, yürek kıpırtılarını dünyanın her yerindeki genç okurların da içinde duyumsatabilmesi, onun olağanüstü bir başarısı olarak gösterilmektedir.

Neruda şiirleri çevirmenlerinden Sait Maden’in, 14.10.2004 tarihli Cumhuriyet Kitap’taki yazısında bu yapıtla ilgili önemli tespitleri yer alır: “Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı, Neruda’nın ilk gençlik ürünü. Neruda adını ilk duyuran, ama olağanüstü genişlikte duyuran bir yapıt. Hem kendisinin hem de çağdaş ozanlardan birçoğunun pek az yapıtı bu incecik kitabın yaygınlığına ulaşabilmiştir.(…)

Nereden geliyor bu başarı? Neye dayanıyor? Bunca yıldır Latin Amerika’nın bütün kentlerinde, okul çevrelerinde olsun, arkadaş toplantılarında, meyhanelerde, fabrikalarda, çiftliklerde, haciendalarda olsun okunup durmasındaki giz ne? Çok açık: Neruda, daha yirmisindeki o çırak ozan, bu küçük kitapta kendi yürek çırpıntılarını açıklamaya çalışırken, farkına varmadan, her çağdaki, her toplumdaki ilk gençlik çırpıntılarını da anlatmıştı. Ve kendi büyük şarkısının temellerini atıyordu bu şarkılarla. Zamanla kendi şarkıları olmaktan çıktı bu şarkılar, herkesin gönlüne, herkesin özlemlerine, tutkularına uygun bir kimlik kazandılar. Temel bir gerçeği kavramıştı Neruda: Aşkın mutsuzluğunu. Aragon’un ‘Il n’ya pas d’amour heureux’ şiirindeki gerçeği. ‘Sevenler bahtiyar olmaz’ diyen Türkçe şarkıdaki gerçeği. Ve bunu, süssüz, dolambaçsız, içtenlikli bir sesle söylüyordu.”

Pablo Neruda, bir yandan edebiyat çalışmalarına devam ederken bir yandan da Santiago’daki Şili Üniversitesi’nde Fransızca ve pedagoji öğrenimi gördü. 1927-1935 yılları arasında ülkesini dışişleri görevlisi olarak temsil etti; Burma, Seylan, Java, Singapur, Buenos Aires, Barselona ve Madrid’de Şili konsolosu olarak çalıştı. Bu dönemde yazdığı şiirleri, ezoterik -sürrealist bir şiir kitabı olarak nitelendirilen Residencia en la tierra’da (Yeryüzünde Konaklama) topladı. (1933)

“Bu şiirler anlaşılmaktan çok yaşanmak için”dir, Neruda’ya göre. Gerçekten, Yeryüzünde Konaklama’daki şiirlerinde, Neruda, doğayla ve doğa varlıklarıyla ilişkisine derin bir gizem katar ve imgelerle bu gizemi çoğaltarak yazar.

İspanya İç Savaşı ve Garcia Lorca’nın ölümü Neruda’yı derinden etkiledi; İspanya ve Fransa’da faşizme karşı büyük bir cesaret ve kahramanlıkla direnen Cumhuriyetçilere katıldı. Bu sırada “Espana en el corazon” (Kalbimdeki İspanya) üzerinde çalışmaya başladı. “Kalbimdeki İspanya” 1937’de, iç savaşın alevleri arasında basılması açısından da dikkate değer bir eserdir. İlk şiirlerinde iç dünyasındaki aşk kırılmalarını dizelere dökmüş olan şair, yaşadıklarından, gördüklerinden etkilenerek yazdığı “Kalbimde İspanya”daki şiirlerde iç savaşın derin acılarını dile getirir: Arthur Miller ile. Bir de bana şiirlerin Neden söz açmaz diye soruyorsunuz Düşlerden, yapraklardan Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından? Gelin görün sokaklar kan Gelin görün Sokaklar kan Gelin görün kanı Sokaklar boyunca akan. Bu dizeler, Neruda’nın hayat ve şiir karşısındaki tutumunu gösterdiği kadar, onun şiirle direnişidir aynı zamanda. Bu direniş; yaşadığı çağa tanıklık etmek, yaşadıklarını şiirin içinde ifade etmek ve yorumlamak anlamına gelir.

Yıllar geçtikçe Neruda’nın eserlerinde bireysel konulardan uzaklaşıp siyasi ve sosyal konular üzerine daha fazla eğildiği, toplumcu duyarlılıkla şiir yazmayı öncelediği görülür. O, yaşadıklarına, gördüklerine ve içinde yaşadığı zamana şiirleriyle tanıklık etmeyi, bir aydın sorumluluğu olarak görür. Sait Maden’in, aynı yazısında ifade ettiği gibi, “Şili halkının onlarca yıl çektiği eziyet ve baskı onun birçok şiirine konu olmuştur. Özellikle ülkenin verimli güherçile vadilerinde, kömür ocaklarında ve bakır madenlerinde en acımasız işlere katlanan insanlar Neruda’nın okurları idi… Halkının çok sevdiği, bağrına bastığı bu edebiyat insanı ülkesinin en uzak köşelerine kadar gitmiş, on binlerin, yüz binlerin karşısında, ağlayan madenciler önünde şiirlerini okumuştur. ‘Şiirlerimi milletimin insanlarına kucak kucak dağıttım’ der Neruda.” Şairin halkla kucaklaşmasının çok etkileyici anlatımlarıdır bunlar. Her şair toplumda aynı yankıyı bulamıyor. Neruda’nın olağanüstü başarısının, dizelerindeki iç sesi halkın yüreğindeki ortak sese uyarlamadaki büyük ustalıktan kaynaklandığı kanısındayım. İspanya’da iç savaşa direnen başka bir büyük sanatçının adı geliyor aklıma: Pablo Picasso. O, savaşa ve faşizme resim sanatı içinden karşı çıkmış; Guernica adlı başyapıtında iç savaşın acılarını modernist bir yaklaşımla resmetmiştir. Bu unutulmaz tablo, yaşanan zamana tanıklık ettiği kadar modern sanatın da doruk noktalarından birini oluşturur. Pablo Neruda ve Pablo Picasso, her ikisi de çağının yüklediği sorumluluğu yüreklerinde duyumsayan sanatçılardandı. Bütün onurlu, aydın sanatçılar gibi onlar da kuram ile eylemi, sanatın derinliği ile sanat pratiğini buluşturan kişilerdendi. Onlar, estetikten ödün vermeden, güçlü bir sanatsal özü ve hayat yansımasını eserlerine ustaca dokumuşlardı.

Neruda 1939’da Paris’te İspanyol göçmenler için konsolosluk görevine getirildi. Meksika’daki konsolosluk görevi sırasında “Canto General de Chile”yi yazdı. Bu eserde bütün Güney Amerika kıtasının doğasını, insanlarını ve tarihsel yazgısını epik şiir şeklinde, destansı bir söylemle dile getirdi. “Canto General”, Meksika’da basıldı, Şili’de gizlice yayımlandı. Yaklaşık 250 şiirin yer aldığı bu büyük eser, dünyanın pek çok diline çevrildi.

Neruda, Buğdayın Türküsü’nde şöyle diyordu: Halkım ben, parmakla sayılmayan, Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan. ve şiir, çarpıcı bir dizeyle sona eriyordu: Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle. 1945’te senatör seçildi Pablo Neruda. Şili Komünist Partisi’ne katıldı. 1947’de Başkan Gonzalez Videla’nın grevdeki maden işçilerine yönelik baskıcı tutumunu protesto ettiği için, iki yıl süresince Şili içinde kaçak yaşadı. 1949’da yurt dışına çıktı ve 1952’ye kadar çeşitli ülkelerde siyasal sürgün olarak yaşamını sürdürdü. Bu dönemde yazdığı eserler, onun politik duruşunu net olarak sergiler.

Neruda’nın yurtdışındaki sürgün yaşamı, ülke özlemi ve toplumsal duyarlılıkla bütünleşti. 1953’te Şili’ye döndü. Yaşamı boyunca güçlü siyasal duruşuyla ve yazdığı şiirler üzerinden direnişiyle bütün dünya tarafından takdir edilen, saygınlık gören Pablo Neruda, İspanya’da olduğu kadar Şili’de de faşizme var gücüyle direndi; demokrasi, toplumsal eşitlik, adalet ve özgürlükler için mücadele etti. Mağdur olan, ezilen halkın yanında yer aldı daima. Sömürüye sonuna kadar karşı çıktı. O, hem çağının tanığı hem de şiirin vicdanının sesiydi. Yaşadıkları, tanık oldukları, protestoları ve şiirleri bir bütünlük oluşturuyordu. “Şairin hayatı şiirlerine dahil”di özcesi.

Neruda, 1971 yılında Şili’de başkan seçilen Salvador Allende’yi ve onun sosyalist yönetimini destekledi. Şili’nin Paris büyükelçiliğine atandı. Aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. 1972 yılında sağlık sorunları nedeniyle elçilik görevini bırakarak Şili’ye döndü.

Nâzım Hikmet’le birlikte 1950’de Uluslararası Barış Ödülü’nü de almıştı Pablo Neruda. Bir kongrede “Nâzım Hikmet’in yanında biz şair bile olamayız.” diyerek, ondan takdirle söz etmişti. Neruda, gerçekten Nâzım’a büyük bir hayranlık duyuyor; ona “can yoldaşım” diyordu. Onları toplumsal/ insani duyarlılıkları, sosyalist düşünceye bağlılıkları ve şiir sevgileri birbirlerine yakınlaştırmıştı. Neruda’nın, Nâzım’ın ölümü üzerine yazdığı şiirin birkaç dizesinde bile bu dostluğun derinliğini fark edebiliriz: Sana Şili’nin kış krizantemlerinden bir demet sunuyorum Ve soğuk ay ışığını güney denizleri üzerinde parıldayan Halkların kavgasını ve kavgamı benim Ve boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan… Kardeşim benim, adanmış asker, dünyada nasıl da yalnızım sensiz. Senin çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen yüzünden yoksun dostluğumuzdan, bana ekmek olan, rahmet gibi susuzluğumu gideren ve kanıma güç katan. Zindanlardan kopup geldiğinde karşılaşmıştık seninle Kuyu gibi kapkara zindanlardan Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları Ellerinde izi vardı eziyetlerin Hınç oklarını aradım gözlerinde Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin Yaralar ve ışıklar içinde.”

Gençliğimde beni en çok etkileyen şairlerdendi Neruda. Baskıya, adaletsizliğe, sömürüye, haksızlığa direnişiyle, onu ve Nâzım’ı hep yan yana getirir; şiirlerini bir arada okurdum. 1975’te ilk kez okumuş olduğum bir Neruda şiirleri seçkisini yıllar sonra arayıp bulma çabamı, anı defterimdeki 15 Ekim 2004 tarihli satırlarda şöyle anlatmıştım: “Bugün çalışmalarım biter bitmez, gençlik günlerimin yasemin ve hanımeli kokan sokağına doğru koşuyorum. Değişmeyen hiçbir şey kalmadı geçen yıllar içinde. Evin iyice eskidiğini, üzerini gizem bulutlarının kapladığını görüyorum. Sanki ağaçların ve apartmanların arasında iyice gözden kaybolmuş gibi. Sessizlik egemen her şeye… Kentin gürültüleri buraya ulaşamıyor Yavaşça arka odaya geçiyorum. Gençliğimin izleriyle dolu bu odada bana ait bazı eşyalar öylece duruyor. Kendi evime götürmeyi ertelediğim, burada durmasından hoşlandığım eşyalar… En çok da gençliğimde okuduğum kitapların burada durması beni duygulandırıyor. Çoğu toplumsal içerikli olan romanlar, öyküler, şiirler… Felsefi ve kuramsal kitaplar… Bazı ders notlarım… Kitapların çoğunun sayfaları iyice sararmış… Neruda’yı arıyorum camlı, ahşap kitaplıkta. İşte o… Çok sevdiğim bir dostla yıllar sonra karşılaşmanın hüzünle karışık sevinci yüreğimde… Heyecanla sayfalarını çeviriyorum Şiirler’in. Hilmi Yavuz’un çevirdiği bir Neruda seçkisi bu. Bir araştırmacı tutkusuyla bakıyorum kitaba, Cem Yayınevi, İstanbul,1971… Nobel Dizisi’nden… İlk sayfaları cildinden ayrılmış, biraz dağılmaya yüz tutmuş geçen yıllar içinde. Kitabı edindiğim yıl ise 1975. O yıllarda kitaplarıma tarih de yazıyordum.

Pablo Neruda’nın şiir sanatıyla ilgili birkaç sözünü de not etmişim kitabın ilk sayfasına: “Ozan, çevresinin havasını şiirine sokmak zorundadır. Böyle olmazsa şiir soluk alamaz, yaşayamaz. O şiir ölmüş demektir.”

“Şiir ancak insana dönük olduğu zaman insanca söz olur.” Kitabın son sayfalarında Neruda’nın fotoğrafları… 1936’da Madrit’te İspanyol şairleri Garcia Lorca, Alberti, film yönetmeni Bunuel’le bir arada çekilmiş bir fotoğraf… İki yaşındayken Neruda… Şairin eşiyle kırlarda bir patikadaki yürüyüşü… Nâzım Hikmet’le birlikte bir fotoğrafı… İki büyük şairin siyasi düşüncede, toplumsal duyarlılıkta, tanıklıkta, direnişte ve şiir sanatında buluşmaları ne güzel… Sonra Neruda’nın yağlıboya bir tablosu, bir karikatürü… Kitabı kapatıyorum sessizce; anılar yolculuğum böylece sona eriyor.”

Neruda, anılarını bir araya getirdiği ünlü kitabı Yaşadığımı İtiraf Ediyorum’a şöyle başlar: “İnsan, hayatında bazı şeyleri unutur. Benim de hayatımda unuttuğum anılarım vardır. Onlar toz olmuştur ya da kırılan bir bardağın artık birleştirilemeyen parçaları gibidir. Benim anılarım, hayaletlerle dolu bir galeridir. Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım. Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere düşecek, ölecektir. Oysa, bazı anılarım zamanla yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır. Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır. Bir şair hayatıdır.” Bir şair hayatının, bütün hayatlardan oluşan bir var olma biçimi olması ne denli düşündürücü… Şairler, yapıtlarını oluştururken evrensel bir pencereden bakıyorlar yaşama. İnsanların ortak duygulanmalarını yüreklerinin derinliklerinde duyumsuyor, onları şiire ve sanata dönüştürüp insanlığa sunuyorlar yeniden. Şairler, insanı ve dili güzelleştirirken yaşamı da güzelleştiriyor; yaşanası kılıyorlar.

Neruda’nın son şiirleri oldukça dingin ve bilgelikle dolu. “Deniz Kıyısında Yaşlı Kadınlar” şiirinde ne kadar dokunaklı anlatıyor yaşlı kadınları, akıp giden zamanı ve yaklaşan ölümü: Geçmişin bütünlüğü içinden gelirler Kararmış yanıklarından akşamların Eskiden leylak kokardı evleri. Suları görürler, ya da görmezler Kumlara biçimler çizerler değnekleriyle Deniz siler o çizgileri… Yaşadıklarımı İtiraf Ediyorum’u, yani anı defterini ölümünden üç gün öncesine kadar yazmaya devam ediyor Neruda. Dostu Salvador Allende’nin darbede öldürülmesi üzerine büyük bir kedere kapılıyor yorgun ve hasta şair. “11 Eylül 1973 sabahı sonun başlangıcı oldu. Neruda, Allende’nin son konuşmasını radyodan dinledi. Eşi Matilde’ye sarılmıştı. Pinochet’nin askerleri cumhurbaşkanlığı sarayına tanklarla hücum etmekteydi. Neruda’nın evini askerler çevirmişti. Telefonları kesilmiş, dostları kaçmıştı. Kaçamayanlar ise tutuklanmışlardı” diyor yapıtın çevirmeni. Neruda o karanlık günlerde anı defterine şunları yazar: “Büyük yol arkadaşım Allende, Şili’nin önemli zenginlik kaynağı olan bakırı millileştirdiği için katledildi. Şili askerlerinin tüfeklerinden çıkan kurşunlarla katledildi. Şili bir kez daha ihanete uğramıştı…”

Neruda, üç yıldır hastaydı; doktorlar onun kansere yakalandığını yalnızca eşine açıklamışlardı. Allende’nin ölüm haberinden sonra iyice ağırlaşan şair, hastaneye kaldırıldı. 23 Eylül 1973’te “uykusunun içinde ölüme kayıverdi.” Cenazesinde çoğu işçi, on binlerce kişi yürüdü. “Pablo Neruda yaşıyor!” diye haykırıyordu insanlar. Bir şairin aşk, yurt sevgisi ve serüvenle dolu yaşamı sona ermişti… Geride adalet, özgürlük ve güzellik arayışının izlerini; sevgi, dostluk, aşk, hüzün ve ölüme adanmış sayısız dizeyi bırakarak çıkmıştı sonsuz yolculuğuna. Yaşamı boyunca unutulmaz şiirler yazan Pablo Neruda, anı defterinde de ölümsüzleştirir şiiri: “Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.”

Kaynak: Oggito

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…