Güney Işıkara, Alp Altınörs, Olcay Çelik
Bugün kendini TL’nin aşırı değer kaybında ifade eden mali kriz, önümüzdeki süreçte kredi ve ödeme zincirinin de kopmasıyla reel ekonomide daralmaya yol açabilecektir. Bu kriz, küresel kapitalist bunalımın ve ülkemizdeki siyasi rejim krizinin bir bileşkesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan tufan karşısında üç temel tutum belirmiştir: Bunlardan birincisi, krizi yalnızca başkanlık diktasına bağlayarak meseleyi safi bir demokrasi sorunu olarak ele almakta, böylelikle kapitalizm ve eşitsiz gelişim olgusundan koparmaktadır. Ötekisiyse, krizi yalnızca ekonomi politikasındaki hatalara ve liyakatsizliğe dayandırmakta, Dervişvari bir teknokratla ülkenin tekrar düzlüğe çıkacağını öne sürmektedir. Üçüncü tutum ise, krizin Amerikan emperyalizminin ekonomik müdahaleleri sonucu çıktığını öne sürmekte, mevcut Saray rejiminin arkasına dizilmeyi önermektedir. Örtük olansa, her üç durumda da faturanın işçi ve emekçilerin sırtına yükleneceğidir.
Oysa yaşanan ekonomik krizin birinci sorumlusu AKP/Saray iktidarıdır. Hükümet, bu ekonomik yıkımın sorumluluğunu üstlenerek istifa etmelidir.
Toplum için üretime başlamayı esas alan program, ekonomik krizin aşılmasını sağlayacak, sanayi ve tarım üretkenliğini arttıracak ve bunu işsizlik ve hayat pahalılığı ile değil, artan istihdam ve toplumsal refah ile birlikte yürütebilecek, uygulanabilir tek programdır. Sınıfsal içeriğinden arındırılmış bir demokrasi söylemi enkazın emekçilerin üstüne yıkılmasına yardımcı olacak; çözümün neoliberal teknokrasiye terk edilmesiyse ne ülkedeki dikta rejimini tehdit edecek, ne de yapısal ekonomik sorunlara çare bulacaktır. Ekonomik krizden çıkış için mücadele ile demokratik bir halk iktidarı için mücadele birbirinden kopartılamaz.
Krizden Halkçı Çıkış Programı’nın temel perspektifi toplum için ve toplum kontrolünde üretimdir. Program ekonomik yaşamı tüm yönleriyle kapsamayı değil, kritik alan ve ilişkilere dair temel düzenlemeler önermeyi önüne hedef olarak koyar. Öneriler tekil olarak değil, bir bütün olarak işlev kazanacaktır. Bu program, asgari olarak ilçe, il ve bölge halk meclislerinden ve işyeri işçi meclislerinden gelen bir ulusal meclis ve onun içinden seçilecek halkçı bir iktidar tarafından uygulanabilir ve halk meclisleri yönetimleri geliştikçe daha da fazla uygulanabilir hale gelir. Kısacası, demokrasi ve sınıf mücadelesini birleşik olarak kavrar.
Program kısmen kriz esnasında mahallelerde ve iş yerlerinde geliştirilebilecek inisiyatiflere dikkat çekmekte, yerel ölçekte doğrudan atılabilecek adımları vurgulamaktadır. Öte yandan da bu tekil adımların anlam kazanması ve kalıcılaşması için gerekli daha geniş bir çerçeve önermektedir.
Bu program bir kurtuluş ya da evrimci bir gelişim reçetesi değil, aksine, kurtuluşları kendi ellerinde olan işçi sınıfının kendi mücadelesini yükseltmesine ve iktidarı almasına yardımcı olacak asgari koşulları yaratmayı amaçlamaktadır.
Emperyalizme ekonomik ve siyasi entegrasyon süreci AKP iktidarı ile had safhaya ulaşmıştır. Özelleştirmeler ile kamu varlık ve hizmetleri sermayenin talanına sunulmuştur. Çoğu durumda özelleştirilen işletmeler üretime dahi devam etmemiş, arazi rantı uğruna kapatılarak yok edilmiştir. Taşeronlaştırmayla sendikaların altı oyulmuş, Türkiye uluslararası tekellerin ucuz işgücü deposu haline getirilmiştir. Türkiye ABD ve Batı Avrupa emperyalizminin mali-ekonomik sömürgesidir.
AKP dönemi boyunca sanayi ve tarım üretkenliği gerilemiş, inşaat türevi yatırımlarda aşırı bir şişme yaşanmıştır. 2007-2008 krizi sonrasında, ABD’nin karşılıksız dolar bastığı ve bu ucuz dolarları dünyaya yaydığı dönemde; Çin, Hindistan gibi ülkeler bu konjonktürü güçlü bir üretim ekonomisi kurmak için kullanırken, AKP iktidarı tam tersine yoğun bir ithalat bağımlılığı geliştirmiştir. Sanayinin milli gelirdeki payı bu dönemde azalmıştır. Tarımda dışa bağımlılık had safhaya çıkmıştır. Böylece Türkiye ekonomisi, ABD’nin 2013 sonrasında parasal sıkılaştırma politikasına geçmesiyle birlikte zorlanmaya başlamıştır. Mali sermaye fonlarının Türkiye benzeri ülkelerden ABD ve Avrupa’ya doğru kaymaya başlaması bu değer kaybını hızlandırmıştır. Suriye ve Ortadoğu’ya yönelik savaş politikaları, askeri harcamaların tırmandırılması da Lira’yı zayıflatmıştır. Türk Lirası’nın son beş yılda yaşadığı aşırı değer kaybının arkasında böyle bir ekonomik süreç vardır.
Türk Lirası değer yitirdikçe, AKP’nin ilk dönemindeki düşük faiz, düşük kur, düşük cari açık dengesini sürdürmek imkânsız hale gelmiştir. Sermayenin bir kanadı (TÜSİAD) esasen kurun düşük tutulmasını isterken, diğer kanadı (MÜSİAD) faizin düşük tutulmasını istemiştir. Ama işçi sınıfı aleyhindeki düzenlemelerde (arabuluculuk, işçi kiralama, kıdem tazminatının fona devri vd.) ittifak etmişlerdir.
16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleriyle birlikte, tek adam rejiminin kurumsallaşması, ekonomide Saray çevrelerine olağanüstü bir güç sağlamıştır. Yaşamın bütün alanlarında görülen hukuksuzlukların ekonomide de yaşanabileceği endişesi (insan hakları ihlallerini hiç umursamayan) uluslararası sermayeyi tedirgin etmiştir. Özellikle Erdoğan’ın Mayıs ayındaki Londra ziyaretinde Merkez Bankası’nı emri altına alacağını açıklaması, Türkiye’den hızlı bir sermaye çıkışına yol açarak TL’nin değer kaybını bir mali krize dönüştürmüştür.
Pastör Brunson’un rehine pazarlığına konu edilmesi, ABD’de süren Halkbank davası, ABD’nin İran yaptırımları, Rusya’dan S-400 füze sistemlerinin alınması, Suriye’ye müdahale politikalarının yaşadığı açmazlar gibi siyasi etkenler, bu krizde ağırlaştırıcı rol oynasalar da, bu nihayetinde mali-ekonomik bir krizdir ve temelleri AKP’nin 16 yıllık neoliberal ekonomi politikalarıyla atılmıştır.
Siyasi iktidar, uyguladığı birikim rejiminin sınırlarının farkında olarak, sistem her tıkandığında zam ve vergi soygunu ile emekçi halklardan sermaye kesimine kredi, teşvik, hibe aktarmış, yeniden-üretken olmayan inşaat ve iskan yatırımları ile nefes almaya çalışmış, bu süre zarfında kitle desteğini ise tüketimi bireysel borçlandırma ve siyasi içerikli sosyal yardımlar yoluyla sağlamaya çalışmıştır. Ancak geldiğimiz noktada AKP’nin birikim rejimini emekçileri mülksüzleştirme yoluyla aşma kabiliyeti iyice sınırlanmıştır.
Başkancı rejimin sağladığı yetkiler, Erdoğan hükümetinin bu krizin yükünü emekçi sınıfların ve yoksulların sırtına yıkmasına imkan sağlayacaktır. Zaten kurulan hükümet de neredeyse tümüyle patronlardan ve şirket yöneticilerinden oluşmaktadır. IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapılması, kemer sıkma paketlerinin yürürlüğe konulması emekçileri bekleyen olası tehlikeler arasındadır. Vergiyi tabana yaymak adı altında, zaten vergi yükünün %70’ini sırtlayan emekçi halkın sırtındaki yük daha da ağırlaştırılacaktır.
AKP’yi sadece uluslararası sermayeyle yaşadığı sürtünmeler üzerinden eleştiren anlayışların da böyle bir IMF programı karşısında çok söyleyecek sözü kalmayacaktır. AKP karşıtı muhalefet tarihsel varlık hakkını korumak istiyorsa, önümüzdeki dönemde emekçi ve halkçı bir karaktere bürünmek zorunda olacaktır. Kemer sıkma paketlerinin toplumda yaratacağı tepkiler, Meclis aritmetiğinde gerilemiş olan AKP’yi fazlasıyla zorlayacaktır. Buradan toplumsal bir muhalefetin yükselmesi son derece olasıdır. Önemli olan bu itirazlara ilerici, sosyalist, demokratik bir karakter kazandıracak bir mücadele programını ortaya koyabilmektir.
Bugün burjuvazinin sunduğu çözümler sözde çözümlerdir ve AKP kaçınılmaz bir biçimde IMF/kemer sıkma programını açıkça ya da örtük olarak kabul etmek zorunda kalacak, krizin faturasını er ya da geç emekçi halkların omzuna yükleyecektir. Bunun sebebi kâr için üretimin küresel ölçekte krize girmesidir. Toplum için üretime başlamayı esas alan Krizden Halkçı Çıkış Programı, ekonomik krizin aşılmasını sağlayacak, sanayi ve tarım üretkenliğini arttıracak ve bunu işsizlik ve hayat pahalılığı ile değil, artan istihdam ve toplumsal refah ile birlikte yürütebilecek, uygulanabilir tek programdır.
1. Üretim ve üretim ilişkileri
Kaynak: Gazete Karınca
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…