Bu şarkı, Queen’in dördüncü stüdyo albümü A Night at the Opera (1975)’nın adı gibi bir hikâyeden başka hikâyeler doğuran anaç şarkıdır. Gerçeklerle rüyaların çarpıştığı bir savaş alanı gibi arzu dolu, doğurgan, cüretkâr, üretici ve şehvetli. Grubun logosunu imleyen, herkese ve her şeye kol kanat açan Zümrüd-ü Anka’nın gölgesine basarak her şeyin ya da hiçbir şeyin kadir-i mutlak başlangıcı, bir causa prima/ ‘ilk nedeni’.
Sanatçı, hayatı boyunca çok kısıtlı sayıda röportaj vermesine rağmen bu şarkıdaki gerçeği hiçbir zaman söylemedi. Onu köşeye sıkıştırmak isteyen muhabirlere, böylesine uzun melodik baladlarla dolu bir şarkının ortaya çıktığını bilmek isteyenlere, bunun için türlü cambazlık yapan spikerlere hep aynı karşılığı vermekle yetindi. Bazen kahkaha atarak “yapın da görelim bakalım böyle bir şarkı!” diyerek baştan çıkaran tavrıyla habercilerin yanağından bir makas alarak yola devam etmiş, bazen sigarasından bir nefes alıp nazik bir küfürle yanından kaçmalarını sağlamış, bazen de (en sık olarak) havalı beyanatlar vermeyi tercih etmiştir. Rudi Rosental gibi onunla sık söyleşi yapan usta bir habercinin bile, sanatçıyı, şarkının ortaya çıkışı hakkında sürekli köşeye sıkıştırma çabasına rağmen, şarkının sözleri hakkında “yan yana dizilmiş saçmalıklar manzumesi” demiştir en sonunda. Dolayısıyla, hayatı boyunca hiç kimse, hattâ az sayıdaki yakın çevresi bile bu şarkının nasıl ortaya çıktığını öğrenemedi.
Aslında tüm bunlar sanatçı için bir metottu, fakat bu Freddie için ilk değildir; son mudur bunu bilmek zor. Bence (başka müzisyenlerin de olabileceği ihtimalini göze alarak), ondan önce bu metodu iki sanatçı daha kullandı. Besteleri hakkında hiç konuşmayan Igor Stravinsky ve müziği hakkında açıklama yapmaktan kaçınan Bob Dylan. Efsane Queen’in efsane solisti Freddie Mercury hakkında bilinmeyen o kadar çok şey var ki, hattâ bilinenler bile hâlâ derli toplu bilgiler değil. Anne (Jer Bulsara) ve babası (Bomi Bulsara) Hindistan’ın Gujarat bölgesinden Zanzibar’a göç ettikten bir süre sonra bu küçük ada ülkesinin başkenti Stone Town’da Farrokh Bulsara olarak doğdu sanatçı. Gerçek bir Zerdüşt olarak…
Bugünlerde Zanzibar, gelen turistlerin selfieleriyle, uçsuz bucaksız sahilleriyle, tropikal atmosferiyle cennet bahçesi görünümünü andırır. Peki, ama 1964 Zanzibar Devrimi’nde akan kan nereye gitti acaba? Kelle avcıları? Etnik ırkçılık? Tüccar Arapların yağmaladığı evler? Afrikalı yerliler ile Araplar arasındaki iktidar kavgaları? Köle ticareti? Ve daha bir düzine soru, Kendisinden yedi yaş küçük kız kardeşi Kashmira Bulsara ile kana bulanmış bu adayı terk eden binlerce mülteciden sadece ikisiydiler.
Şimdilerde bazı müzik otoriteleri tarafından sanatçının ses aralığının tenor olarak anılması ayrı bir muammadır. Hattâ sanatçıyı Cezayirli, Faslı ya da Tunuslu olarak takdim edenler ya da hayranlarını buna inandıranlar bile yok değil. Ne yazık ki bazen ‘otorite’, çoğu kez de ‘kitle’ hep şuursuzdur, cehâletin küstahlığında sınır tanımayan bilgisizliğin yayılmasını sağlar. Oysa Freddie’nin sesi tenor değil, bas ile tenor arasında kalan bariton’dur ve bu da onun gırtlak yapısı, fizyonomi ve anatomisine bağlı olarak genlerinden gelen özelliğidir. Bu ses, ne gırtlak tellerinin bozulmasıyla ne de onu ölüme yaklaştıran hıv (+) virüsüyle bozulmamıştır. Bu öylesine bir armonik sestir ki, “iki arada kalan yaşamı” ona fısıldayan okyanusların en derin ve en sığ hışırtısıyla gelen bir med-cezirdir. Değiştiremezsiniz, müdahale edemezsiniz, devrim de yapmanız olanaksızdır. Bombay’da, 1958 yılında St. Peter’s Koleji’nde aldığı piyano eğitiminin dışında hayatı boyunca hiç ses eğitimi almamıştır. Ama bilinen şu ki, sesini her zaman ve her koşulda çok zorlardı. Konserlerde tümüyle kendinden geçer, sahneye hâkim olmak isterdi ve olurdu da. Ne var ki ilk felâket, onu, 23 Şubat 1975 yılında Birleşik Devletler’de, Philadelphia Erlanger Theatre’da verdikleri konser sonrasında yakaladı. Konuşma güçlüğü çektiği ortaya çıktı ve Şehir Hastanesi’nden boğaz uzmanı çağrıldı.
Hekim : “Ses tellerinde ciddi bir nodül oluştu. Şarkı söylersen sesini kaybedebilirsin.”
Mercury: “Boğazım bir akbabanın kasıklarına benzeyene kadar şarkı söyleyeceğim.”
Sanatçının en çok sevdiği şeylerden birisi, insanlara bayağı gibi gelse de gerçekte ‘derin ve düşündürücü’ havalı beyanatlar vermesidir. Vermeseydi eğer yok olup gidecekti. Şarkı söylerken kullandığı mikrofon altlığı, hayatı boyunca fallus imge olarak yazgısını belirlemeseydi de yok olup gidecekti. Bu yüzden o kadim inancından hiç kopmadan hayatı boyunca yazgısını seven birisi olarak yaşadı: Amor fati.
İlk olarak Elvis Presley’in yorumladığı Crazy Little Thing Called Love adlı şarkı, Queen’in 1980’de piyasaya sürdüğü The Game albümüne grubun davulcusu Roger Taylor’un ısrarı üzerine girdi. Freddie ise çoğu zaman hoşlanmadığı ve çalmayı da pek beceremediği gitarıyla tek akortluk bir çevrimde, basit sözlere sahip bu şarkıya gene basit bir müzik yaptı. Erkek partneri olan Jim Hutton’un Freddie Mercury Biyografisi’nde yazdıklarından anladığımız kadarıyla, bu şarkının müziğini Freddie, Münih’teki Hilton Oteli’nin küvetinde dinlenirken tasarladı. Şarkının videosunu izleyenler için şunu söylemek gerekir ki, sanatçı, mesajını klibin sonlarına doğru vermekte. Zaten bu videoda şarkıcılığını değil, dans yeteneğini göstermiştir. Yoğun çabalarla çok çalışıp öğrendiği dansçılığını kanıtlamak ister. Hattâ bu dans stiliyle Mick Jagger’a gönderme bile yapar. Fakat gerçekler şarkının sonlarında anlaşılır. Boş bakışlar içinde bir an dans etmeyi bırakır, popüler kültürdeki anlamsızlığı kameraya doğru yürüyerek aktarır. İstediği tek şey seyircinin onu gözleriyle duymasıdır: “Bu şarkı benim tarzım değil.” Senkronik ve melodik açıdan belki Queen’in bazı şarkılarını andırıyor olsa bile, gene de bu şarkının sözleri Freddie Mercury’ye yabancıdır.
Sanırım tevazu, yüze takılan kıvrımlı ve oynak bir maskeye benzer, başkalarına güç kurmanın en alçakgönüllü yoludur, fakat en masumca ve en sinsice gizlenme şeklidir de. İnsanın kabaran egolarını, o en sahte masumiyet duygusu altına gizleyerek saklama biçimidir. Bu yüzden, ‘işini en olgun mertebede’ yapabildiğine kayıtsız şartsız inananlar tevazu göstermez, göstermemelidir. Tevazu, sadece gündelik hayatta pratik edinmeyi sağlayan bir yaşam deneyimi olarak kalmalı. En sade, en yalın, en hoşgörülü ve fedakâr bir davranış hâliyle… İnsanın yaşamdaki eylemleriyle açığa çıkmalıdır ki bu, Şîrâzî’nin Bûstan’daki şu dizelerini çağrıştırır:
“Güçlünün baskısına katlan ey güçsüz kişi.
Sen de bir gün güçlenirsin, zayıfın da keser dişi.”
Sevgili dostlar, hayallerinizden hangi şartlar altında olursa olsun asla vazgeçmeyin. Hiç kimse bir başkasına (ilham dışında) hayal gücü depolamaya muktedir değildir. Ancak, önemli olan şey hayallerinize ulaşmak da değildir; çünkü bu hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir. Gerçekleşecek olan tek şey hayallerinizin gölgesine basarak “tutku”yu elde etmek. İlk olarak 2015 yılında Doğu Batı’dan çıkan Beden Sanat Rembrandt ve Anatomi Dersleri adlı çalışmadan sonra, uzunca bir süre üzerinde çalıştığım Freddie Mercury’ye ait kitabım, 2018 Şubat’ında künyesi hazır olarak 6.45 Yayınları’ndan alındı ve raflarda olmayı bekliyor. Bu ve bunun gibi “sanatsal tutku” dediğim çalışmalar, benim gibi “iş idareciliği ve yönetim” alanında akademisyen olan birisi için insanlara şaşırtıcı gelebilir. Oysa şunu itiraf etmeliyim ki, şayet bir tıp akademisyeni olsaydım ne Beden Sanatını, üniversitelerin konservatuar bölümlerinde akademik personel olsaydım, ne de Freddie Mercury kitabını asla yazamazdım. Çünkü tutku, uzmanlık alanı değildir. Öyle görülüyor ki benim için yazarlık, didaktik değil oto-didaktik bir şey olmalı. Bunu da herkes yapabilir; ama kurumlarda değil, kendi kendinize öğrenerek… Sözgelimi, uzmanlık alanınız eğer edebiyat ise orada çok fazla “tutku” aramayın. Bir şeyler köreltmiştir sizi. “Edebî teknik”, önce okullarda ezberletilir sonra da unutmak için yoğun bir çaba gerçekleştirmeniz gerekir. Teknik bir uğraşı alanı olan “edebi bilgiler” sanırım sadece yardımcı rehber niteliği taşımalı, ama hepsi o kadar.
“Teknik” asla bir insanı hizaya getiremez, şayet getirmeye çalışırsa tutkuyu körletir, hayal gücünü siler süpürür. Dahası, hayal gücü olmadan her şey kocaman bir hiçtir. Oysa edebi bilgiler olmadan her şey bir başlangıçtır. Benim için bağlamı “sanatsal tutku” olan her metinde ölümü anlatan yazınsal bir süreç olmalı. Bu, insan yaşamı gibidir. Bu yüzden, bir mezarlık uğultusunda, bilinçlere yeşeren soğuklukta harlanan ve ölü bedenlere geri dönen metinler olmuştur benim için Freddie Mercury Okuması.
İri cüsseli Balzac, Paris’te, o koca malikânesinde, üst katta çalışma odasındayken, evin uşağı ‘usulca’ alt kata kadar sarkan bir ağlama sesi duymuş. Sanatçının başına bir şey gelip gelmediğini merak ederek hızla üst kata çıkmış. Ağlama sesinin gittikçe kendisine yaklaştığını hissetmiş, iyice merak etmiş, paniğe kapılmış ve kapıyı çalmış. Bir de ne görsün? O koca adam kan çanağına dönen gözlerinden çocuklar gibi yaşlar dökerek hüngür hüngür ağlıyormuş.
_ “Efendim! Bir şeyiniz mi var?”, diye heyecan içinde soran uşağa şöyle demiş Balzac;
_ “O öldü! Eugene Grandet öldü!”
Freddie’li Queen’in Innuendo (1991) albümündeki tüm şarkılar dikkatlice incelendiğinde, ölümü anlatan şarkılar olduğu anlaşılacaktır. Artık bir deri bir kemik olarak kalan ve dayanılmaz acılar çeken Freddie, These are the Days of Our Lives’ın video çekimlerinde herkese veda etmiştir. Bunu müzisyenlik ruhuyla yapmıştır, yani şarkılarıyla… Yüzündeki yoğun makyajı bile, kapatılması çok zor olan o derin çukurlara ve yaralara engel olamamıştır. Klip bu yüzden siyah beyaz çekildi.
Üzerindeki yeleğe canından çok sevdiği sevgili kedisi Delilah’ın resmini bastırmış. İlk önce ona veda eder. Queen üyeleri Brian May, Roger Taylor ve John Deacon’a veda eder. Şarkının içinde geçen sözleriyle, ölüm döşeğinde yanından hiç ayrılmayan erkek arkadaşı Jim Hutton’a ve kız arkadaşı Mary Austin’e veda eder. En önemli vedası ise en iç parçalayıcı ve en can alıcı tarafını açığa çıkarır. Bunu şarkının bitişiyle veriyor. Şarkının sonunda, dik açıyla yüzüne odaklanan kameralara doğru keskin bir bakış atar, başını hafifçe kaldırır ve bir daha kameralarla buluşmamak üzere son sözünü söyler: “Sizi hâlâ seviyorum”. Bu cümle, sevenlerine veda etiği son sözü olur ve kamera sonsuz karanlığa bürünür.
Innuendo, Freddie Mercury’nin vasiyetini de “ima” eder: Show must go on. Sanatçının ölümünden sonra Queen, nadiren olmakla birlikte artık bir araya gelmemiştir. Ancak Brian May eski Queen şarkılarıyla konserlere devam ederek bu vasiyeti yerine getirir. Evet, yaşı ilerlemiştir belki ama “gösteri devam etmeli.”
Ne olursa olsun, dünyanın çarkı karanlığın o sonsuz boşluğunda döne durur ama efsaneler ölmez. Ölü bedenlerden geri döner. Freddie Mercury Okuması’yla bu sonsuz ölümsüzlüğün “şimdi”si olarak yakında geliyoruz. Hayatın takıntısı, hastalıklısı, “ben”in ağrılı “ötekisi”, önemsizin sayıklaması ve armonik bir esrimede geliyoruz. Dirilerek, ayağa kalkarak ve kıyamet ateşinde bir kez daha yanmak için, öncesi olmayan bir “geçmişin” ve sonrasız bir “geleceğin” açtığı parantezin “şimdi”si olarak…
sevgi ve aşkla geliyoruz.
Yaşam “ben”im için bir sorunsa, “ben”de yaşam için bir sorunum.
Çünkü anlatılan “sen”in hikâyendir!
NOT: Freddie Mercury’ye ait kitabım henüz çıkmadığından, kitabın mahremiyetine saygı göstermek için bu kısa metinde herhangi bir alıntı yapmamayı tercih ettim.
Kaynak: Gazete Fersude
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…