İklim krizi ve ekolojik yıkımın nedeni ve sonucunun kapitalizmin sürekli siyasi krizi olduğunun altını çizerek başlayalım.

Üretimde ve politikada değişiklik yapılmadığı sürece, tüketimde yapılacak gönüllülük esaslı değişikliklere odaklanan çabalar ya da yerli halkların, köylülerin ve onlara eşlik eden ekolojistlerin mücadeleleri yetersiz kalacaktır. “Kapitalizm dışında” yaşam kurduğunu düşünen komünal, tarım odaklı oluşumların varlığı da sonucu değiştirecek bir etki yapmayacaktır/yapmıyor. Yanı sıra, kapitalizmin sorunu fosil yakıtlardan sözde “yenilenebilir enerji kaynaklarına” geçerek çözebileceğini, milyonlarca insan ve insan dışındaki yaşam için ölüm ve felaket anlamına gelmeyecek şekilde yönetebileceğini düşünmek de bir hayaldir.

Az gelişmiş ülkeler borç batağına saplanacak, borçları onları “piyasaları (özellikle de finansal piyasaları) kuralsızlaştırmaya, devlet varlıklarını özelleştirmeye (Türkiye’de AKP’nin yaptığı gibi) ve istenmeyen kemer sıkma politikalarını uygulamaya” zorlamak için kullanılacaktır (Fransa’da Macron’un yapmaya çalıştığı gibi). İklim değişikliği, geri bıraktırılmış ülkelere, kamu sektörlerini tasfiye edip halkları yoksullaştırırken sermayeye fayda sağlayan politikalar dayatmanın yeni gerekçelendirme yöntemidir. İklim değişikliğine verilen kapitalist yanıt, yoğunlaştırılmış yağmacı “yeşil” emperyalizmdir. Bu sonucu yaratan, uygarlığın çöküşüne getiren kapitalizmdir.

Bir devrim olmadığı sürece, önümüzdeki birkaç on yıl, dünyanın giderek artan ve sürdürülemez enerji kullanımından daha fazla pay almak için yarışan rakip sermayeler – bir tarafta fosil sermaye, diğer tarafta “yeşil” sermaye ve her ikisinden de pay alan finans sermayesi – arasındaki mücadele ile anılacak.

Bununla birlikte, en azından bir noktada, yenilenebilir enerji sistemlerine, yüksek verimli dikey çiftliklere, laboratuvar etlerine ve “büyümenin” (sermaye birikiminin) maddi üretimden ayrıştırılmasına sorunsuz bir geçiş hayal eden yeşil kapitalistler, teknoloji girişimcileri ve emperyalist dünya liderleriyle aynı fikirdeyiz: Bir tür geçiş kaçınılmazdır. Bunu ne kadar söylesek azdır. Geçiş, hem kapitalizm için -birleşen ekolojik krizler sermayenin insan ve insan dışındaki gelişmeyle uyumluluğu kurgusunu kemirmeye başladıkça- hem de radikal hareketler ve devrimciler için zamanımızın sorusu haline gelmiştir.

Küresel ısınma, toprak ve su kayıpları bir anlamda kapitalizmin insanlığı ve doğayı felaketle nasıl karşı karşıya getirdiğinin öyküsüdür. Küresel bir sorundur fakat endüstrisi en gelişmiş ülkelerin en önde olduğunun kabulü gerekir. Dünyanın toplam sera gazı salımının çoğu, dünyanın zengin ülkelerinden, OECD üyelerinden geliyor.  ABD, Japonya, Fransa, Almanya ve İngiltere gibi sanayileşmiş ülkelere şimdilerde açık ara en tepeye yerleşen Çin eklendi.

Kapitalizmi yenmeden iklim değişikliğini yenemeyiz, ekolojik yıkımı önleyemeyiz

İş dünyası, iklim hareketini bireysel çözümlere yönlendirmek istiyor. Ancak kâğıt çubuklar ve enerji tasarruflu ampuller gezegeni kurtarmayacak: Onu yok eden sistemi sona erdirmek için bir harekete ihtiyacımız var.

Geçmişte çevre aktivistlerinin önündeki en büyük engel iklim değişikliği inkârcılığıydı. Fosil yakıt endüstrisi tarafından gizlice finanse edilen bilim, şiddetle gözden düştü. Ölümcül bir gerçeği gizlemek için pek çok yanlış bilgi etrafa saçıldı. Bugün, birkaç dikkate değer istisna dışında, çok az kişi iklim değişikliğinin kanıtlarını inkâr ediyor. Bu argüman büyük ölçüde çözüldü. Petrol devi Shell bile iklim acil durumunu kabul etmek zorunda kalıyor ve bir tweet’te “Emisyonları azaltmaya yardımcı olmak için neyi değiştirmek istiyorsunuz?” diye bize soruyor.

Ancak iklim değişikliğini doğru bir şekilde anlamayı reddetmek tamamen ortadan kalkmadı. Bunun yerine, iklim inkârcılığının farklı ve daha incelikli bir biçimiyle uğraşıyoruz. Bu bakış açısı, iklim acil durumunun bilimini inkâr etmez: siyaseti reddeder. Felaketten kaçınmak için sistemi ayarlamanın veya değiştirmenin yeterli olduğunu iddia ederek, her zamanki gibi iş yapmak mümkünmüş gibi davranıyorlar, plastik pipetleri yasaklamaya ve çevre dostu çantaları teşvik etmeye odaklanmamızı istiyorlar. Sanki tüketici tercihlerindeki bir değişiklik iklim felaketini önlemek için yeterli olabilirmiş gibi, iklim krizinin kişisel bir tüketim sorunu olduğunu öne sürüyorlar.

Bu liberal fanteziye başka bir yanıltıcı kavram eşlik ediyor: Sözde “Antroposen”. Akademisyenler ve iklim aktivistleri arasında giderek daha popüler hale gelen bu kavram, atmosferdeki 1750’de 280 olan karbondioksitin geçen yıl Mayıs’ta 417’ye yükselmesinden genel olarak insanların sorumlu olduğunu öne sürüyor.

İklim krizine yönelik bu yaklaşım, yoksulluk veya cehalet gibi ciddi sosyal rahatsızlıkları, onlara neden olan ekonomik sistemden ve iyileştirme gücüne sahip oldukları az sayıdaki varlıktan ziyade bir bütün olarak toplumu suçlayan yerleşik düşünce sistematiğine benzer.

Antroposen tezinin daha da karanlık bir yanı var. Mantığa göre, gezegenin hastalıkları için topluca insanlar suçlanabiliyorsa, o zaman insan nüfusunun azaltılması bir çözüm olabilir. Bu fikir elbette yeni değil: İngiliz iktisatçı Thomas Malthus 18. ve 19. yüzyıllarda benzer fikirleri ortaya atmıştı.

Kısa bir süre sonra, Malthus’un aşırı nüfus tezi, onu “insan ırkının karalanması” olarak tanımlayan Marx ve Engels tarafından eleştirildi. Malthus, belirli bir sosyal sistemden kaynaklanan sorunların suçunu bir bütün olarak insanlığa yanlış bir şekilde atfetmiştir. Eğer ürünler kapitalist büyümeye değil de insan ihtiyaçlarına göre üretilip dağıtılsa ve teknoloji aynı amaçlara yönelik olsa, insanların gezegenle uyum içinde yaşayamamaları için hiçbir neden yoktur.

Kanıtlar bu tezi desteklemektedir. Karbon Saydamlık Projesi tarafından 2017 yılında hazırlanan bir rapor, 1988’den bu yana küresel emisyonların yüzde 71’inden 100 şirketin sorumlu olduğunu gösterdi. 2019’da, İklim Hesap Verebilirlik Enstitüsü tarafından yapılan benzer bir araştırma, tüm karbondioksitin %35’inden sadece 20 şirketin sorumlu olduğunu buldu.

Başka bir deyişle sorunumuz Antroposen değil. Bizim sorunumuz kapitalizmdir. Bugün karşı karşıya olduğumuz ekolojik çöküş, doğrudan küçük bir seçkinler grubu tarafından yaratılmaktadır; bu nedenle dünya kaynaklarının büyük bir bölümünü biriktirerek iklim değişikliğinin de açgözlülükleriyle tetiklemesinden sorumlu tutulabilirler. Kapitalizm, yüksek oranda yoğunlaşmış bir güç sistemidir. Ve ister bireysel tüketiciler olarak (özel jetleri ve lüks aşırı tüketimleri yoluyla) ister daha geniş ekonomideki kapitalistler olarak -yeni petrol ve gaz çıkaran ve üretimi daha ucuz ama daha kirletici yerlere kaydıran- hâkim sınıfın iklim üzerinde son derece orantısız bir etkisi var. Hâkim sınıf yani kapitalist, sadece sonsuz birikimi düşündüğünden, küçük bir azınlığın istekleri herkesin hayatta kalmasından önce gelir. Bu nedenle Marx’ın sözü doğrudur, ”sermaye, ‘kendine değer veren bir değerdir’: zenginlik, daha fazla zenginlik üretmeye zorlar.”

Altımızdaki toprağı yakıp sonlu gezegenimizde yükselen GSYİH rakamlarını müjdeledikçe, mevcut sosyal düzen bir ölüm kültüne benzemeye başlıyor. Kapitalizmin özelliği, hem bir sınıf iktidarı hem de evrensel tahakküm sistemi olmasıdır; bu iki dürtü, onu gezegen için iki kat zehirli hale getirir.

Ekolojik krizden, bir tür olarak insanın değil bir sistem olarak kapitalizmin sorumlu olduğu giderek daha anlaşılır oluyor.

Jason Moore daha da ileri gidiyor, yaşadığımız şeyin Antroposen değil, Kapitalosen olduğunu savunuyor ve dünyadaki emisyonların çoğunun üretimden kaynaklandığına ve halk kitlelerinin üzerinde çok az kontrole sahip olduğu veya hiç kontrol sahibi olmadığı bir şey olduğuna işaret ediyor. Ekonomilerimizde üretim araçları kapitalistlerin elinde ve kontrolünde, bunu iyi anlamak gerekiyor.

Kapitalizmi sorun olarak adlandırdığımızda, çözümler çok daha net hale gelir. Kapitalizm, sınıf iktidarı ve sonsuz kâr arayışı anlamına geliyorsa, sosyalizm de demokratik iktidar ve zorunluluk dolayımıyla üretim anlamına gelmelidir. Bu iki şey, iklim değişikliğine ve ekosistemlerin yıkımına karşı mücadelede temel direklerimiz olmalıdır.

İlk adım, kapitalist sınıfın göze çarpan ve tamamen gereksiz tüketimine saldırmak olacaktır. Öne sürdüğümüz gibi asıl amaç, üretimin kendisi üzerinde kolektif kontrol sağlamak, bugün üretilenin sadece en kârlı değil, aynı zamanda toplum ve bir bütün olarak gezegen için en iyisi olmasını sağlamanın bir yolu olmalıdır.

Ve bunun sahip olabileceği faydaları düşünelim. Hayatlarımızı işimize bağlı olarak geçirmek yerine demokratik kontrol ile, kaynaklarımızı ve işimizi planlayabiliriz. İklim hedefleri koyabilir ve bu hedeflere ulaşırken, servetin yeniden dağıtımı, etkin üretim organizasyonu ve basitçe daha fazla boş zamanla insan için yaşam standardının yükselmesini sağlayabiliriz. İklim ve doğa dostu politikaların da çok daha geniş faydaları olabilir. İklimi daha fazla kirletmek/değiştirmek yerine düzeltmeye yardımcı olan işler yapmak için yeni nesil çalışanları eğitebiliriz. Ancak kapitalist sistemde devlet, serveti kapitalistlerden alıp özel ve kârlı amaçlar yerine ortak ve faydalı amaçlar için kullanmak gerektiği için, sınıfsal karakteri nedeniyle yapmaz.

Liberal merkez tarafından tercih edilen yeşil bir kapitalizmin, “Yeşil Yeni Anlaşma” ile sistemin kalbindeki ekolojik olarak yıkıcı eğilimleri ele alış biçimi de son derece sorunludur. Fosil yakıtlı otomotiv endüstrisinin yerine, lityum madenciliğini artırarak “lityum pilli elektrikli otomobil” üretiminin artırılmasını önermek Latin Amerika’yı (dünyanın en büyük lityum maden yatakları Arjantin ve Şili’dedir, üretimde de Avustralya en başta, Şili ikinci sıradadır.) ve dünyanın zor durumda olan pek çok ülkesini “yeniden sömürgeleştirme”nin bir yoludur. Daha da kötüsü, küçük bir Batılı azınlığı iklim felaketinin sonuçlarından yalıtmaya çalışan ve dünyanın yoksul kitlelerini bunun bedelini ödemeye zorlayan bir politikadır. Ayrıca önerdikleri fosil yakıtlı otomotiv sektörü ortadan kalkmalı, onlara devlet bir iki yıl da maaş versin, sonra yeni endüstriler çıkar iş bulurlar diye bir “çözüm” olamaz, bunun açık anlamı sermayenin yanında durmaktır.

Kapitalizmin fosil yakıtlardan sözde “yenilenebilir enerjiye” geçişi, sayısız insan ve insan dışı yaşam için ölüm ve felaket anlamına gelmeyecek şekilde yönetebileceğini hayal etmek bir fantezidir. Şimdilerde Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Rusya’ya uygulanan ambargo kendilerini de vurduğu için Avrupa burjuvazisinin tartıştığı çöllere dev güneş enerjisi santralleri kurmanın, yeri de Afrika olduğunda yenilenebilir bir durum olmadığından milyonlarca insanın ve doğanın tümüyle ölümü anlamına geleceğini biliyoruz. GES’ler, tüm diğer zararlarının yanı sıra Okyanus rüzgârlarını tümüyle keseceği için canlı yaşamı olanaksız kılacaktır.

Kapitalizm küresel bir sistemdir. Buna karşı herhangi bir direniş de sınırları aşmalıdır. Bunu yapmamak, 2050 yılına kadar Bangladeş’te her yedi kişiden birini yerinden edebilecek selden çok şehirlerimizdeki çöplerle ilgilenen, giderek daha dışlayıcı bir yeşil politikayı körükleyecektir.

Londra, New York veya Pekin’de bir toplantı odasında alınan kararlar, Bangladeş’teki nehirleri kirletebilir veya Brezilya’daki yağmur ormanlarını yok edebilir.  Felaket kapitalizmini yenmek için ihtiyaç duyduğumuz koalisyonlar, İngiltere’den Endonezya’ya ve Türkiye’ye diğer birçok sel mağdurunu küresel %99 için ve her yerde kirletici vurgunculara karşı konuşan  sosyalist bir harekette birleştirerek güçlerini kazanacaklar.

Kapitalizmin doğaya karşı suçları

Açgözlü insanların gezegeni yok ettiğini düşündüğümüzde, her yere gitmekte ısrar ettikleri büyük arabaları olan Amerikalıları düşünüyoruz. Ancak ABD’de otomobil kültürünün gelişimine bakarsanız, gerçekten yoğun mücadelelerle parçalanmış bir tarihle karşılaşırız. 1890’larda ABD’de gelişen bir tramvay sistemi vardı ve bu sistem kârlı olmadığı için yok edildi. Oysa bu araçlar birçok yönden, içten yanmalı motorları kullanan otomobillerden teknolojik olarak daha gelişmişti. Türkiye’de de tren taşımacılığı, İstanbul’daki tramvay sistemi benzer biçimde yok edildi, otoyollara ağırlık verildi/veriliyor çünkü Koç’un, sonra Sabancı’nın araba satması gerekiyordu.

Aslında insanların hayatlarını gerçekten daha iyi hale getirme potansiyeline sahip teknolojik yenilikler tekrar tekrar ortaya çıkıyor fakat daha sonra kapitalistler tarafından ele geçiriliyor ve hem sıradan insanların hayatlarını hem de çevresel durumu daha da kötüleştirecek şekilde kullanılıyor.

Otomasyon ve güvencesizlik

Kapitalizm gücünü ya da tutunmasını sürdürmek için yönetme biçimlerini yeniden şekillendirir. Kapitalizm tarafından talep edilen mübadele ilişkisinin yeni teknolojik uygulamalardan büyük bir artı kâr elde etmesine ve daha fazla işçiyi gereksiz veya güvencesiz yapmasına rağmen, teknolojik yeniliğin emek tasarrufu sağlayan yönleri olumlu ve katma değer olumsuz olarak görülebilir. Artık otomatikleştirilmiş emek süreçlerinin ne kadar ileri gideceğine ve geleneksel işçi sınıfının yanı sıra profesyonel, orta sınıf işlerinin ne kadar uzağa gideceğine ve hayatların ne kadar değişeceğine dair çeşitli projeksiyonlar var.

Bu amaçla, ücretli ve maaşlı çalışma dünyasının, ücretli çalışmaya dayalı geçim kaynaklarının çoğunun güvencesiz hale geleceği, işçi sınıfının yanı sıra orta sınıf tabir edilen insanların da sefalet ve daha eşitsiz yoğunlaşmalara maruz kalacağı bir dereceye kadar değiştiğini söylemek doğrudur. Zenginlik (ve zenginlik yokluğu), ülkeler içinde ve ülkeler arasında coğrafi olarak eşitsiz oluşacaktır.

Neoliberal slogan, ekonominin herhangi bir sorun karşısında rasyonel kararın temeli olduğu gibi bir şey olabilir ve amacı, herkes için balın akacağı sermayenin özel kârını artırmaktır… Bu, kamu sektörünün etkin müdahalesi olasılığını ortadan kaldırır ve planlamayı dışlar, kooperatif ekonomisini marjinalleştirir ve birleştirici sektörü, yani sendikaları ve halk örgütlerini, feminist hareketi, köylülüğü veya yerli halkları dışlar. Kısacası bunun sonucu; siyasetin ve demokrasinin ölümü ve toplumsal katılımın secdesidir. Bu mantık şirket, eyalet ve uluslararası düzeylerde günlük neoliberal uygulamada temel yönlere uygulanır: gelir dağılımı ve doğanın geri dönüşsüz kaynak olarak kullanımı. Ve gerçekte, ilgili soruları tasarlayan ve kaynakların tahsisini yapanlar erdemli verimli piyasalar değil, paranın kısır azınlığı, servet istiflemesidir. Bu yolla eşitsizlik felaketine ve biyosferin krizine hizmet ediliyor. 22 Ocak 2019 tarihli Financial Times’ta (paranın kutsal kitabı) şu cümle dikkat çekiciydi: “Piyasanın görünmez eli”nin ekolojik aciliyetle başa çıkmak için yeterli olmadığına dair kanıtlar bulundu.”

Tüm bu nedenlerle, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının[1], her yönüyle ulus ötesi ve finanstan bağımsız olarak gezegeni korumak için de kendi söylemini ve projesini geliştirmesi gerekmektedir.

İşçi sınıfı ekoloji mücadelesinin merkezine yerleşirse kurtuluş mümkündür 

İşçi sınıfı ve potansiyel olarak müttefik sınıfların hiçbiri neoliberalizmin sürekli daha fazla üretme düşüncesinin esaretinden kaçamaz. İşçiler kendiliğinden farkında değildir, ne çevreci, ne feminist ne de anti-kapitalisttir. İlk temel gruplandırma unsuru, ücretler ve çalışma saatleri mücadelesi etrafındadır, ancak bu dolayımsız olarak anti-kapitalist, sosyalist ve devrimci bir anlayışa yol açacağı anlamına gelmez. Emekçi kitlelerin bilincindeki ilerlemeler ancak mücadelenin pratik deneyimi çerçevesinde, onlar ile sendikal çalışmalarını zaman içinde örgütlü olarak sürdüren en ileri işçiler arasındaki etkileşimde ve aralarındaki etkileşimde gerçekleşebilir. Sınıfın her iki kesimi de en politize olmuş kesimiyle devrimci partilerde bir araya gelirse değişim mümkündür.

Bu siyasi öncünün teorik ve ideolojik olarak işçi sınıfının kurtuluş mücadelelerinin deneyimini, feministler ve ulusal kurtuluş savaşı veren hareketler gibi hareketlerle birlikte şekillendirdikleri, ezilen ve sömürülenlerin tüm örgütleriyle sürekli ve işbirlikçi bir diyalog içinde gelişme kaydedeceğini de söyleyebiliriz. Bir kez daha, insanın kurtuluşunun temel meselelerinde, gelecek için bir siyasi projeye ve hayal edebilen, tartışabilen, saldırı ve geri çekilmelerde faydalı olabilecek ve her zaman taarruzları sürdürebilen en vicdanlı insanlardan oluşan organize bir ağa sahip olmanın gerekli olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Tarihin kırmızı, mor ve yeşil renklerinin sürekliliği…

Sanayileşmiş ülkelerde ve hatta çoğu yoksul ülkede bile derin toplumsal ve politik değişim süreçleri, ücretlilerin, kısacası işçi sınıfının politik bir varlık olarak proaktif katılımı olmadan mümkün değildir. İşçi sınıfı kendi amacı olan ajandır. Diğer sosyal ve politik ajanlar bu süreçlere müdahale eder; değişimin öznesi çok biçimli olabilir, ancak işçi sınıfının çoğunluğunun aktif varlığı olmadan, meyvelerini vermesi zor. Buna karşılık, işçi sınıfı, gelir ve servet dağılımı meseleleriyle bağlantılı hedeflerine ulaşmak için, çelişkiyle doğrudan bağlantılı olmayan diğer birçok sosyal ve politik çatışma düğümünün çözümünün bir parçası olmalı ve kendisini taleplerin, özlemlerin ve projelerin merkezine koyarak değişimi sağlamalıdır. Bu olumlamalar, Marksist teorik bir külliyatta tanım gereği doğru olan yalnızca önermeler değildir, sınıf mücadelesi tarihinde olumlu ve olumsuz olarak doğrulanabilirler. Ve eğer çok çeşitli alanlarda doğruysa, ekolojik sorunda da, sosyalist özgürleştirici öneriye öncülük etmesi gerekir.

Ücretliler, iklim krizinin ve genel olarak ekolojik krizin olumsuz etkilerinden muzdariptir ve kendilerine verilen çözümden dışlanamazlar. İşçi sınıfı teşhiste ve çözümlerinde söz sahibi olmalıdır. Bu nedenle sınıf örgütleri ve temsili halk örgütleri sorunların çözümünde merkezi bir rol oynayabilir. Ama – aynı şekilde, ücretler ve çalışma koşulları için mücadele gerekli olsa da, geçmişte işçi sınıfının halkın lideri olduğu anlamına gelmiyordu. Bugün 21. yüzyılın işçi sınıfı da ancak kendi rolünü üstlendiyse ve bir bütün olarak toplumun en acil sorunları (Rus Devrimi’nin ekmek, barış ve toprağı) etrafında projelendirerek, feminist hareketle birlikte patriyarkaya karşı mücadelede, gençlikle veya yerli halklardan (örneğin Şili’de) oluşan geniş katmanlarla birlikte onların mücadelelerinde ve biyosferin savunmasında yer alırsa, merkezi bir rol oynar. İşçi sınıfının çıkarlarını savunmak için sendikacılık ve seçim mücadelesi gerekli olsa da, işçi sınıfının kendi içinde bir sınıf olmaktan çıkıp kendisi için bir sınıf haline gelebilmesi, ekolojik temeli olan sosyalist stratejik bir siyasi proje düzeyinde mümkündür. Bu da onu sosyalizmin inşasına liderlik edecek bir konuma getirecektir.

“Büyüme” sadece kapitalist içindir, “küçülme” şarttır

Bunu yapmak için, işçi sınıfı ve örgütleri, kâr oranını korumak için sermayenin kalıcı bir genişlemesi ihtiyacında yazılı olan “ekonomik büyüme” dogmasını sorgulamalıdır. Ayrıca insan refahının GSYİH büyümesine endeksli olduğu efsanesini de kırmaları gerekiyor. Aksine,  iyi yaşam çoğunluğun yaşadığı krizin önlenmesini sağlamakla başlamalı ve bu, insanların hizmetinde olan ekonominin genel bir gelişimi ile mümkündür (eğitim, sağlık, kültür, bakım hizmetleri). Bunu gerçekleştirmek için de kapitalist sistemde mücadeleye bu sektörlerin tümüyle kamulaştırılması talebi ile başlamak gerekir.

Çünkü aynı zamanda bu alanlar ekoloji mücadelesinin işçi sınıfı içinde yaygınlaştırılabileceği damarlardır ve örgütlendiğinde halkın içine en küçük hücresine kadar zaman içinde nüfuz edebilir. Bunlar ekoloji mücadelesinin “profesyonel” özneleri ile, tarım yapan fakat sularına el konulan yerli halklarla veya ormanları korumaya çalışanlarla dayanışabilir ve bu ağı genişletebilir. Esas kirleticilerin (kimya, inşaat veya otomobil sektörü) olduğu sektörlerde çalışan işçi sınıfını ikna etmek kolay değildir, çünkü doğrudan ekmeğine müdahale olarak görür.[2]

Sürmekte olan ekolojik kriz karşısında bekleyen büyük toplumsal tartışma, toplulukların ve insanların ihtiyaçlarını karşılamak için hangi mal, hizmet ve sektörlerde büyümek istendiğini ve hangi üretken sektörlerin azaltılması ve hatta ortadan kaldırılması gerektiğini ayırt etmektir. Tam tersine, çoğunluğun iyi yaşamı, ekolojik risklerin ve özellikle iklim krizinin önlenmesini sağlayarak başlamalıdır ve bu, enerji ve kaynakların kullanımında ciddi bir düşüş ve bu aynı zamanda genel bir ekonomik gelişim anlamına gelir. Bu süreçte işçi sınıfının rolünü neden vurguluyoruz? Sadece üretim ilişkilerindeki nesnel konumu nedeniyle, sermayeye karşı başka hiçbir sınıfın sahip olmadığı bir düşmanlık potansiyeli olduğu için.

Marksist olmayan küçülme yanlılarının iddia ettiği gibi insan nüfusu ve doğanın yetemediği, sınırları olduğu, karbon ayak izi ölçümleri ile bunu kanıtlama çabaları sorunu çarpıtmaktır. Çünkü kanıtlanmıştır ki ülke zenginliğinden bağımsız karbon ayak izi her ülkede en zengin kesimin çok yüksektir. Yoksul milyarların, ABD veya Afrika’da katkısı çok düşüktür, serveti elinde tutanlar hem kendileri hem de üretimleri ile karbon salımını artırmaktadırlar.

Küçülme üzerine çalışan bilim insanlarının Marksist çizgide olanları, kapitalizmin sadece kendi kârı için üretimini artırdığı, hem insanlığa hem de doğaya zarar veren sektörlerden vazgeçilmesi gerektiğini gezegenin krizinin de ancak bu biçimde çözülebileceğini uzun zamandır anlatıyor. İnsan “refahı”, “mutluluğu” için diye pazarlananın aslında kapitalistin servetini, birikimini, kârını artırması olduğunu söylüyor. Ayrıca Jeff Bezos veya Elon Musk’ın yeni elektrikli otomobilleri veya teknoloji şirketlerinin gezegenin iklim krizine ve madenlerle doğasına katmerli biçimde zarar verdiği fakat kendilerine ve şirketlerine gelecekte en zenginler kategorisinde yeni alanlar açtıkları da bir sır değil.

Ekososyalist küçülme bildirgesinde vurgulandığı gibi; “Aynı zamanda, Küresel Güney’in Kuzey’in üretken ve yıkıcı “kalkınma” modelini kopyalamaya çalışması gerektiğine değil, bunun yerine nüfusun gıda açısından gerçek ihtiyaçlarını vurgulayan farklı bir yaklaşım araması gerektiğine inanıyoruz.”

Çalışma saatleri azalmadan işçi sınıfı mücadeleye odaklanamaz

İşçinin kendi sınıfsal mücadelesini kapitalizmin zarar verdiği tüm alanlara yayarak geliştirebilmesi, emeğinin gücünü gösterebilmesi için gerekli koşulların oluşması gerekir.

Metabolik yarık kapitalizmin üretim tarzının merkezinde yer alır ve sınıfın kendine ve doğasına (iç ve dış)  “yabancılaşma”sı sonucunu doğurur, bunu onarmanın tek yolu daha az çalışmaktır. Kapitalizm yaşamı hızlandırır ve işçinin farkındalığını, çevresine müdahalesini azaltır, ancak kendine ve çevresine ayıracağı zamanın artması ile daha fazla müdahil olabilir. Düşmanı olan kapitaliste de onun verdiği zarara da örgütlü biçimde karşı durabilmesi için “köle” gibi çalışmaktan kurtulması gerekir.

Bunun gerçekleşmesi için Marx’ın yabancılaşma ve şeyleştirme kavramlarının yeniden canlandırılması gerekiyor. Kapitalizmin değişim ilişkisi yoluyla emeğin ürününe yabancılaşma, imal edilmiş ihtiyaçların tatmin edilmesiyle her zamankinden daha fazla detaylandırılır. Ve bu isteklerin tatmini, bireyin “yaşam dünyasını” tamamlamak için algoritmaları tasarlayan şirketler ve internet tekelleri veya karteller tarafından gitgide daha fazla kontrol ediliyor. Meta fetişizmi aynı zamanda birçok davranışı yönlendirir ve artan boş zamanları alır. Şeyleştirme ya da kendinde şey tarafından özümsenme, giderek daha fazla zaman alır.

Yabancılaşma pek çok farklı ve eşitsiz biçimiyle kendisi çok yönlü bir endüstridir. Foster’ın önemle vurguladığı ve Marx tarafından eleştirilen şekliyle toprak ve doğa sermayesine verilen “bedava hediye”ye, kâr elde etmeyi ve rantiye kapitalizmi sübvanse eden ev içi ve enformel bakımın karşılıksız hediyesini ekleyebiliriz. Bakım işinin ve duygusal emeğin küçümsenmesi, kullanım değerine baskın çıkan değişim değerinin doğrudan bir sonucudur. Kullanım değerinin geri dönüşü, yabancılaşmaya verilen yanıttır.

Ama eğerinsan potansiyelini geliştirmenin hizmetinde doğanın ve toplumun sosyal metabolizmasını rasyonel olarak düzenlersek…” (Foster), dengeyi yeniden sağlamak mümkündür, o zaman var olan her şeyin metalaştırılmasının geri alınması sürecin bir parçası olmalıdır, çalışma saatlerinin otuza, sonra yirmiye indirilmesi gibi. Kapitalizmin hem kendisine hem doğaya verdiği zararı fark eden sınıf bunu değiştirmek için var gücüyle mücadele edecektir.

Evrensel temel gelir

Özellikle merkez kapitalist ülkelerde, hem endüstri 4.0’ın üretimde değişikliklere yol açması hem de iklim değişikliği ve ekolojik yıkımın artışı ile ülkelerine gelen göçmenlerin/mültecilerin (sermaye bundan memnun olsa da) artışı sonucunda işsizlik ya da daha düşük ücretlerle çalışma, enflasyondaki artışla beraber daha iyi şartlarda çalışanların da hızla aşağıya yuvarlanmasına yol açarak yurttaşlara sağlanacak koşulsuz bir temel gelir desteğini giderek büyümekte olan bir tartışma alanı durumuna getirmiştir. Temel gelirin yoksulluğu ve kitlesel işsizliği önleyici, yabancılaşmayı azaltabilecek etkileri vardır.

Bu mücadele başarılı olamazsa şimdilerde yeniden tartışılmaya başlanan yeni nesil kölelik kapımızdadır. Birkaç on yıl içinde işsizlik ve sefaletle yüz yüze olan milyarlarca insan vardır, doğanın krizi ile birleştiğinde distopyalarda (misal Mad Max’te) tasavvur edilen bir dünya çok olasıdır.

Temel Gelir, yoksullukla mücadele, gelir dağılımının iyileştirilmesi ve son dönemde ortaya çıkan pandemi benzeri krizlere karşı bireylerin birikimsiz ve gelirsiz kalarak güvencesiz yakalanması gibi konular bağlamında oldukça önemli bir mücadele alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. 2019 Yılı sonunda Covid-19 pandemisinin başlaması, küresel yoksulluğun 2020 yılında son 20 yıldakinden fazla artmasına neden olmuştur. Pandeminin bir sonucu olarak da, Dünya Bankası verilerine göre yaklaşık 120 milyon ilave insan 2020 yılında yoksullukla boğuşur hale gelmiştir. Ayrıca, 2021 yılında bu sayı 150 milyonun üzerine çıkmıştır.

Türkiye’de sendikal hareket bunu tartışmaya başlamış olsa da henüz devrimci sendikalar bile yüksek sesle dile getirmeye başlamış değildir. Türkiye faşizmin kurumsallaşması sürecinden çıkmadan konuşulması da mümkün görünmüyor.

Geçinebilecek geliri olmayan işçi iş seçemez

Türkiye’nin en büyük endüstrilerinden biri otomotiv endüstrisidir (dünyada merkez ve büyük çevre kapitalist ülkelerde de benzerdir, misal Almanya, Brezilya, ABD). Bu sektörün hem fosil üretimli hem de elektrikli çalışanlarının üretiminin çok büyük ölçüde ortadan kalkması ve toplu taşımaya geçilmesi iklim krizi için çok önemlidir. Bir diğer örnek inşaat veya maden endüstrisinden verilebilir ki bu sektörlerde çalışanlar proletaryanın en alt katmanıdır, doğaya zarar veriyor dendiğinde bu sektörlerin sermayesi kadar işçisi de direnç gösterecektir.

Bu sektörlerde çalışan işçilerin veya örgütlerinin utanç duyacağı bir şey yoktur. Bu sistemde emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlar yaşamlarını sürdürebilmek için ne iş bulurlarsaçalışmak zorundadırlar.

İstanbul’da 3. Havalimanı yapılmaya başlanırken ekoloji mücadelesi veren yerel halk ve mücadeleye omuz veren eylemciler ile sınıf mücadelesi yan yana duramamıştır. (Bir devrimci sendikanın işçileri çalışmamış olsa da yüzlerce işçi çalıştı.) Oysa bu iş ile İstanbul’un son ormanlarından Kuzey Ormanları ciddi biçimde tahrip edilmiştir, bunun en büyük zararına da işçi sınıfı katlanmaktadır, yağmurların birkaç yıl içinde nasıl azaldığı ve kavrulduğumuz ve bundan en fazla etkilenenlerin de işçiler olduğunu somut verilerle biliyoruz. Fakat aynı zamanda orada çalışanların, üstelik de iş devam ederken yaptıkları direniş dolayımıyla biliyoruz ki asgari ücretin altında, çoğu güvencesiz ve sefil, korkunç koşullarda çalışmaya zorlanan işçilerdi. Çalışmadıklarında evlerine ekmek götüremeyeceklerdi.

Ancak çalışmasalar da yaşamlarını sürdürebilecekleri (ama sefalet koşullarında yaşamak değil insani tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir yaşam sürdürebildikleri) durumda ikna edilmeleri için de konuşulabilir olurlar. Ekolojik dayanışma, toprağı, geçim kaynaklarını ve aslında sermayenin tecavüzüne karşı canlıları korumak için aktif mücadele ancak bu şekilde oluşabilir.

Örgütlenmeye nereden başlamalı?

Kapitalizmi yenmek için en az onun kadar öngörülü ve bütünlüklü bir mücadele yürütmek gerekiyor. Ekoloji mücadelesini genişletebilmek için, toplumun tüm hücrelerine işleyebilecek ve işçi sınıfı ile karşı karşıya gelmeyeceğimiz sektörlerde örgütlenmek gerekir. Eğitim, sağlık, kültür, hizmet gibi sektörlerden başlanabilir. Bu örgütlenmeler bu sektörlerin yapısı nedeniyle çok yerde sınıfa değecektir. Üretim alanı nedeniyle doğrudan karşı karşıya gelinmeyecek endüstriler de hedeflenerek başlanabilir. Eğer bir alt yapı oluşturulabilirse işçi sınıfı sosyal alanda da birbirine etki edecektir, sürekli gündeminde olacaktır. Evde, okulda, mahallede, kahvede konuşulanlar yukarıda saydığımız sınıfın zaten olması gereken talepleriyle birleşme olanağı bulur.

Son söz olarak

Bellamy Foster’ın önemle üzerinde durduğu gibi William Morris’in Hiçbir Yerden Haberler’i bir sosyalist ütopyacılık klasiğidir, ancak aynı zamanda çok açık ve bilinçli bir şekilde çevresel bir ütopyadır. Marksizmi bazı yönlerden oldukça kendine özgüdür ancak gerçekten de sorunun özüne iniyor ve burada şunu söylüyor: Yapmamız gereken, insanların doğayla olan ilişkisi hakkında konuşmaktır. Ve doğayla ilişki kurma biçimleri emek yoluyladır. Dolayısıyla nasıl çalıştığımız -ve özellikle “emek gücünün” satılması, çalışma yeteneğimiz- etrafımızdaki dünyayı şekillendirme yeteneğimiz üzerinde derin sonuçlar doğurur. İnsanların farklı bir şekilde yaşadığı ve çalıştığı sosyalist bir gelecek vizyonu sunuyor ve bunun merkezinde demokratik, doğayla uyumlu planlama meselesi var.

Teoride her türlü harika şeyi yapmamızı sağlayan araçlara sahip olduğumuzu biliyoruz. Sorun şu ki, kapitalizm bunu yapmamızı engelliyor. Dolayısıyla kolektif olarak ne yapacağımıza karar verebilirsek, devrim yolunda açılan olasılıklar sonsuzdur.

Biz sıradan insanlar başı belada olan bir balina ile karşılaşsak, pazar kurmayız, onu suya geri iteriz. İnsanların yaptığı her şeyi yönetecek pazarlar yaratma zorunluluğunu ortadan kaldırdığınızda, gelecek açılır. Doğaya zarar vermeyen bir ekonomi yaratmak için daha gidecek çok yolumuz var. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için tüm gezegende, birlikte konuşmaya başlanması gerek.

İnsanı, uygarlığını ve gezegeni korumak için komünizm bugün her zamankinden daha fazla gereklidir. Bu nedenle Marx’ın 1867’de Lozan Kongresi’nde dünya emeğinin karşı karşıya olduğu zorluklara verdiği yanıt, mümkün olan tek yanıt olmaya devam ediyor: “İşçi sınıfı, bir başarı şansıyla mücadelesini sürdürmek istiyorsa, ulusal örgütler uluslararası hale gelmelidir.” Kurtuluş için yeni bir Enternasyonal zamanıdır…

Kaynakça

Barca, Stefania, “Labour and the Ecological Crisis: The Eco-Modernist Dilemma in Western Marxism(s) (1970s-2000s)”, estudogeral.sib.uc.pt

Burkett, Paul, Marksizm ve Ekolojik İktisat – Kızıl ve Yeşil Bir Ekonomi Politiğe Doğru, çev. Ertan Günçiner, İstanbul, Yordam Kitap, 2011

Foster, John Bellamy – Sweezy, Paul M. – Mage, John, “The Communist Manifestoin the Twenty-First Century”, monthlyreview.org

Foster, John Bellamy, Marx’ın Ekolojisi, çev. Ercüment Özkaya, Ankara, Epos Yayınları, 2011

Garí, Manuel, “Clase obrera, productivismo y crisis climática”, jacobinlat.com

Heron, Kai – Dean, Jodi, “Leninismo climático y transición revolucionaria”,  çev. Rolando Prats, jacobinlat.com

Morris, William, Hiçbir Yerden Haberler, çev. Melisa pancar, İstanbul, İthaki yayınları, 2020

Peters, Gordon, “Metabolic Rift and Ecological Value: the Ecosocialist Challenge”, climateandcapitalism.com

Sultana, Zarah, “No podemos derrotar al cambio climático sin derrotar al capitalismo” , jacobinlat.com

[1] Güvencesiz ve işsiz işçilerle birlikte dünya ortalaması yüzde 75, Türkiye’de KESK ve DİSK Araştırma rakamlarıyla ortalama yüzde 47. Bunun içinde, Covid’le birlikte kadınların iş yaşamında azalan iş gücü tespiti de var. Ayrıca artık hiç iş aramayan işsizlerin bu oranı düşürdüğünü görmek gerek,  son birkaç yıldır Türkiye’de işgücüne hiç katılmayan, çalışabilir nüfus oranı yüzde 41 ve bu ortalamaların çok üzerinde.

[2] Şili’de yeni anayasanın reddedilmesinin, işçi sınıfının bölünmesinin nedeni tam da budur. Milyonlarca işçi, kereste ve madencilik sektörlerine yerli uluslar ve halklar set çekecek olursa işsiz ve aç kalacakları korkusunu yaşamıştır.

*”Bu yazı ilk olarak Yaşayan Marksizm dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.”