Özgür Denizli

İntihar: Nedenleri psikolojik analizlerde aranan sosyal ölüm – Sevgi Türkmen

Hiçbir toplumsal etkinliği olamayan, ekonomik ilişkilere ulaşımı neredeyse imkansız olan, tüm yaşam alanları kurutulmuş, varlığıyla yokluğu bir olan, kendilikleri darmadağın olan ve bütünlüklerini koruyamayan özneler, yani zaten ölmekte olanlar, ölümden başka seçeneği olmayanlar için en kaba sadeliğiyle bunun bir “psikolojik sorun” olduğunu söylemek aklın adeta tutulmasıdır

İktidarların özne ile mücadelesinde çaresiz kaldığı son noktadır intihar. İntihar, bireyin belki son “sığınağı”, belki de Lacan’ın dediği gibi “son kertede tek sahici eylemidir”. Yani iktidarların etkisinin bittiği sınırdır.

İktidarlar intiharı, intihar eden kişinin bir zayıflığı olarak görüp psikolojik bir sorunmuş gibi değerlendirirler. İntihar yatkınlığı olan kişiyi, ölüm cezası verilmiş olsa dahi, ivedilikle “tedavi” etmeye çalışırlar, öyle ki kişiyi kendi bedeninden, kendi varlığından uzaklaştırarak, yabancılaştırarak. Çünkü sistemler, devletler; bireyin bedeni üzerindeki denetimini kaybetmek istemez. Kendi meşruluğunu yaşam üzerinden devem ettirdiği için, kendi isteğiyle yaşamdan vazgeçmiş bir bedenin onun açısından bir faydası olmadığı gibi, kendine yapılmış bir karşı çıkış hamlesi olarak görür. “Hak edenin” ölümü kendi eliyle olmalıdır ki palazlansın, korkutsun, hükmetsin…

İntiharın toplumsal/siyasal/ekonomik bir sonuç olduğunu kabul etmek, intiharın müsebbiplerini arttırmak, toplumsal tepkinin hedefini buralara yöneltmek anlamına gelecektir. Bu yüzdendir ki iktidarlar psikolojik analizlere başvurular. Ve bundandır ki Nazi subayları intihar etmeye çalışan Yahudilerin intiharına engel olup onları vurarak öldürmüştür. Ve yine Mussolini döneminde intihar ile ilgili romanlar, filmler yasaklanmıştır. Çünkü devlet açısından kontrol edilemeyen, teslim alınamayan, ceza verilemeyen bir hamledir intihar.

İnançlarda da intihar yasaklanmıştır. Burada da din, insan bedeni üzerindeki etkisini, gücünü kaybetmek istemez. Varlığını “ölümden sonraki yaşama” borçlu olan din, intihar eden birinin dini ritüellerine dahi engel olarak, bir tür cezalandırma yöntemiyle, intiharın tekrarını engellemeye çalışmıştır. Dinin yasaklamasına rağmen bir insanın intiharı esasında dini yok saymak, ondan korkmamak, onu inkar etmektir. “Elindekilere şükretmemek”tir. Bu yüzdendir ki İsmail Devrim ve benzeri intiharlara en fazla saldıran, öfke ve kin akıtan kesim muhafazakarlar olmuştur.

Öznenin yaşam devamlılığı için ruhsal ve fiziksel kaynaklara ihtiyacı vardır. Özne tüm yaşamı boyunca, kamusal alanda görüldüğünü, var olduğunu, insan olarak kıymetli olduğunu hissedebildiği göstergelere, kaynaklara ihtiyaç duyar. Bu göstergeler toplumsal, siyasal, ekonomik ilişkilerden bağımsız değildir. Birey varoluşunu yansımalardan hisseder, güçlendirir. Aynı dizi üzerinden muhabbet eden insanlar da birbirlerine varoluşsal bir yansıtma yaparlar, Flormar direnişinde direnen işçiler de. Bu yansıtmalar ve göstergeler özne için birer kaynaktır. Tam da burada kendi varlığının kanıtı sayılacak tüm kaynaklardan azade bireylerden oluşan bir toplumsal kesimin varlığının inkarıdır iktidarın her şeyi psikolojikleştirmiş dili. Maalesef bu inkara karşı bir tepki haline gelmiştir yoksulun/yoksunun intiharı.

Hiçbir toplumsal etkinliği olamayan, ekonomik ilişkilere ulaşımı neredeyse imkansız olan, tüm yaşam alanları kurutulmuş, varlığıyla yokluğu bir olan, kendilikleri darmadağın olan ve bütünlüklerini koruyamayan özneler, yani zaten ölmekte olanlar, ölümden başka seçeneği olmayanlar için en kaba sadeliğiyle bunun bir “psikolojik sorun” olduğunu söylemek aklın adeta tutulmasıdır.

Soner Semih Sipahi, 18 yaşında üniversiteye hazırlık yapan bir öğrenciydi. Annesi dershane parasını ödeyemediği için tutuklandı. Soner de zaten “psikolojisi bozuk” olduğu için annesinin tutuklanmasına dayanamayıp intihar etti. Soner’in intiharın siyasal, ekonomik, toplumsal nedenleri yokmuş gibi topu psikoloji potasına atmak hepimizi “paklar”, devleti “aklar”.

Emine Akçay, 26 yaşında, 6 yaşındaki oğlunun eline kurutma makinesini kardeşini ve kendisini ısıtması için verdi, yan odaya geçip kendini astı. Emine Akçay’ın intiharını psikolojik bir zayıflıkla anlamaya ve anlatmaya çalışırsak ya da bazı muhalif kesim gibi “Güçlü olmalıydı, direnmeliydi, mücadele etmeliydi” gibi dar bir siyasi perspektiften bakarsak, ideolojik bir çarpıtma içindeyiz demektir.

Adana’da kestane satan 61 yaşındaki Cemil Bozkuş, tezgahını açması zabıtalar tarafından engellenince geride bir mektup bırakarak intihar etmiştir: “Benim ölüm sebebim zabıtalar. Bir cinayet işlendiği zaman bir ekip almaya gelir, bir tablayı almaya on ekip gelir, bu mu adalet?” Cemil Bozkuş’un kamusal olarak tek görüldüğü yer, tek var olduğunu hissettiği alan, yani varoluş göstergesi, tezgahının başıydı. Burada intiharı ve bırakılan mektubu, burjuva medyasında yazdığı gibi, Cemil Bozkuş’un psikolojisinin bozulması olarak değil tüm görünür olduğu alanlarından mahrum bırakılmış, aç bırakılmış bir bireyin adalete olan güvensizliği olarak okumak gerekiyor.

Yine “krizin” tüm yumruğu emekçinin, çalışanın sırtında büyürken, Çanakkale’de esnaflık yapan 41 yaşındaki Ramazan Kavalcı, cebinde bir borç listesiyle intihar etmek zorunda bırakıldı. Ramazan Kavalcı haberleri “Borçları yüzünden psikolojisi bozulmuştu” şekliyle verilmeye devam etmektedir. Toplumsal tepki, insanları borçlandıran, tüm sıkışmışlığını emekçinin sırtına yükleyen devlet ve sistemlerine değil “kişinin psikolojisinin bozuk olmasına” bilinçli olarak yöneltiyor, zihinsel çarpıtmalarla kontrol elde tutulmak isteniyor.

Yoksulluğun, açlığın, istismarların, şiddetin birey üzerindeki psikolojik tahribatını düşünmeyen devlet, intiharları “psikolojik bir hastalık” olarak tanımlamaya başladı ve artık son “sığınak” olarak dili psikolojiye çevirdi.

Toplumun muhafazakar kesiminin intihar edenlere yönelik sosyal medya saldırılarına baktığımızda ise, sürekli olarak aynı klişe anlayışları görmekteyiz: “Çocuğunu düşünmeyen baba, elindekinin kıymetini bilmeyen esnaf, şükretmeyen kadın…”

Bir yandan da bu saldırılar olabildiğince sınıfsal bir dille yapılmaktadır. Örneğin İsmail Devrim’in oğluyla Fenerbahçe üniforması giyip maça gitmesi sınıfsal bir “yer bilmemezlik” olarak görülüp had bildirilmeye çalışıldı. “Madem paran vardı niye oğluna pantolon almadın da israf ettin.” Çünkü yoksulun çocuğu ile maça gitmesi bir “israf” olabilir ancak. Onun, çocuğunun sevdiği futbol takımının formasını giymesi reva görülmez, zengine haksızlıktır, yoksulun “aymazlığı” ve “yerini bilememesi”dir. İsmail Devrim ve onun gibiler o kadar görünmez olmalılar ki bir tribün fotoğrafı artlarında bırakmamalıdırlar. Yoksullar o kadar yok olmalılar ki onlar “yazgılarıyla öldüklerinde” geride kalan hiçbir şey olmasın. Fakat o tribün fotoğrafı bütün sınıfsal referansları dağıtmıştır. O fotoğraf, İsmail Devrim’in ve oğlunun varlığının bir göstergesi, bir kaynağı olmuştur.

Eşit ve özgür bir dünyada yaşamak isteyen ve çabası buradan yana olan bizler, ne intihara salt bir psikolojik durum olarak bakabiliriz, ki eğer insanı sadece tıbbi referanslarla ve biyolojik bir varlık olarak anlamaya çalışırsak, yaşanan intiharların bir kısmının da neden psikiyatrik ilaçlarla gerçekleşmiş olduğuna bir anlam veremeyiz, ne de sadece eğer direnseydi intihar etmezdi gibi bir genelleme yapabiliriz. Tabi ki burada bir mücadele hattında kalıp varlığımızdaki eksiltmeleri buradan besleme, gerçek sorumlularla hesaplaşabilme kısmında bir sorun yoktur ve kıymetlidir. Ama kişisel farklılıkları, sosyal ve siyasi sınırlılıkları da göz önünde tutmak gerekmektedir. Bizler için İsmail Devrimler ne “hasta” olmalı ne kahraman. Sosyal medya kullanıcıların bir kısmının sadece “sövdüğü” bir meselede biz de sadece “övgücü” olamayız. İsmail Devrim’in oğlunu, pantolonu için derse almayan eğitim sistemini karşımıza almazsak sadece birer “övgücü” olarak kalır, kendimizi “arındırmak” için “kahramanlar” arar, sonra gidip “alışverişlerin” içinde boğularak nefes almaya çalışırız.

Bu bir varlık/yokluk çatışmasıdır. Bu çatışma insan ve sistemler için hep olacak ve bir gün mutlaka insan kazanacak, biz kazanacağız. Yeter ki intihar ettirilenlerimizin, yoksulluk ve yokluk cinayetlerinde yaşamları alınanlarımızın öfkesi ve acısı, bizi daha fazla bir araya getirebilsin, İsmail Devrim’in dünyayı gördüğü sadelikte görelim kendimizi ve yoksunluğumuzu ve ısrarla Havalimanı, Flormar, Cargill, Metro işçilerinin ve dahasının direndiği sadelikte ve sahicilikte apaçık görelim kendimizi, direnenlerin “yanlarında olmayı” bırakıp artık birlikte yaşadığımıza, nefes aldığımıza ve direneceğimize ikna olalım ve illa ki bu yoldan ayrılanın bizde yalnızca acı değil, eksilme hissiyatı yaratacağı bir hayat yaşamaya başlayalım.

Kaynak: Sendika.org

 

Exit mobile version