Bundan tam iki sene önceydi. Şili ile Arjantin, Copa America finalinde karşı karşıya geldiler. Maçın normal süresinde de uzatma dakikalarında da gol sesi çıkmadı. Penaltı atışları sonucunda maçı 4-2 kazanan Şili, Copa America şampiyonu oldu. Penaltı kaçıran Arjantinlilerden biri de Messi’ydi. Maçın bitiminde sel gibi akan gözyaşları içinde, adeta sinir krizi geçirerek terk etti sahayı Messi. Henüz 29 yaşında milli takımı bıraktığını açıkladı.
Messi’nin kaçan şampiyonluğa böyle dramatik bir reaksiyon vermesine şaşırmamalı. O uzun zamandır, bir yandan güncel rakibi Ronaldo ile yarışırken bir taraftan da sürekli olarak Maradona ile kıyaslanıyor. Ondan (tıpkı geçmişte Maradona’nın yaptığı gibi) Arjantin milli takımına kupa kazandırması bekleniyor. Futbol tarihinin gördüğü en büyük isimle kıyaslanmak ve onun başarılarını (üstelik de bütünüyle farklılaşmış bir futbol dünyasında) tekrarlama baskısıyla yaşamak, taşınması hayli güç bir yük olsa gerek…
Copa America bozgunu sonrasında yeniden milli takıma dönmesi için ikna edilen Messi için Dünya Kupası’nda da işler hiç yolunda gitmiyor. Arjantin futbol tarihinin dünya kupalarında en kötü performans gösteren takımı olmanın eşiğinden döndü, gruptan ite kaka çıkabildi. Üstelik oynanan futbol da ilerisi için hiç umut vermiyor.
Oysa Messili Arjantin bu Dünya Kupası’na büyük umutlarla gelmişti. Her şeyden önce onlar, hiçbirini kazanamamış olsalar da katıldıkları son 3 uluslararası turnuvada da final oynamışlardı. Buraya da son Dünya Kupası’nın finalisti sıfatıyla gelmişlerdi. Bunca final deneyiminden sonra artık neden kazanmanın vakti gelmiş olmasındı ki. Dahası, kaybedilen 3 finalin ardından takımın başında artık “kazanmayı bilen” bir teknik adam da vardı: Jorge Sampaoli.
Jorge Sampaoli geçtiğimiz sene Arjantin milli takımının başına geçtiğinde, kağıt üzerinde bu iş için en uygun isim gibi görünüyordu. O bir Arjantinliydi ama teknik direktörlük yaşamı büyük ölçüde ülke dışında, esas olarak da Şili’de geçmişti. Kulüp teknik direktörlüğü kariyerinde 3 Şili şampiyonluğu ve bir de Sudamericana kupası şampiyonluğu vardı. Ardından Şili milli takımının başına geçmiş, finalde Arjantin’i yenilgiye uğratarak Şili’ye tarihinin ilk Copa America zaferini yaşatmıştı. Onun Arjantin milli takımının başına geçmesi, ailenin gurbetteki başarılı çocuğunun eve geri dönmesi gibiydi.
Sampaoli’yi anlatmak için en uygun sıfat “çılgın” olsa gerek. Henüz 19 yaşındayken geçirdiği ağır sakatlık sonucunda futbolculuk hayatı bitince teknik direktör olmaya karar vermiş. Bugüne dek 16 farklı klüp takımında ve iki de milli takımda çalışmış. Agresif ve coşkulu tarzıyla, motivasyona verdiği özel önemle biliniyor. Tarzı Bielsa’yı fazlasıyla andırıyor. Hatta ona Bielsa’nın halefi gözüyle bakılıyor. Onun çılgın ve çoşkulu teknik adamlık tarzını anlatmak için kısa bir anekdot aktarmakta fayda var: Seneler evvel, henüz teknik direktörlük kariyerinin çok başında olan Sampaoli, Arjantin liginin bölgesel alt küme takımlarından Club Atletico Belgrano de Arequito’nun teknik direktörlüğünü yapmaktadır. Bir maç sırasında hakemle ağız dalaşına girip sahadan atılır. Bunun üzerine sahayı terk ederek, sahanın hemen kenarında bulunan bir ağaca tırmanır. Sahadan çıkmıştır işte. Ağacın tepesindedir. Böylece hem maçı izlemeye, hem de sahadaki oyuncularına taktik vermeye devam eder o ağacın tepesinden. Tuhaftır, “ağacın tepesindeki teknik adam” fotoğrafı Capital de Rosario gazetesinde yayınlanınca bir anda ün kazanır Sampaoli. Teknik direktörlük kariyerinde basamakları hızla tırmanması mümkün hale gelir. O, bugün de aynı çılgın karakteri koruyor. Hemen her maçta, saha kenarında hop oturup hop kalkan, bağırıp çağıran, çimleri yolan, agresif ve kavgacı bir karakter olarak görüyoruz Sampaoli’yi. Peki bu çılgın adam imajının altında, teknik direktör olarak nasıl biri Sampaoli? Bu sorunun yanıtı biraz Arjantin futbol tarihinde saklı.
Arjantin futbolunun tarihinde iki zirve noktası mevcuttur: 1978 ve 1986. Bu yıllarda Arjantin dünya kupasını kazandı. Lakin bu iki kupa, birbirine taban tabana zıt iki farklı teknik direktör yönetiminde kazanıldı.
Kempes, Ardiles, Passarella gibi yıldız isimlerin yer aldığı kadrosuyla 1978 dünya kupasını kaldıran teknik direktör César Luis Menotti bir “güzel oyun” tutkunuydu. Hücuma dönük, son derece akıcı ve estetik bir futbol mekaniği ile kaldırmıştı kupayı. Onun oynattığı futbola Arjantinliler “Menottismo” diyorlar. Arjantin 1986 senesinde ikinci kez dünya kupasını kaldırdığında takım, Maradona dışında oldukça “düz” oyunculardan, ışıltısız isimlerden oluşuyordu. O kadroyu dünyanın zirvesine taşıyan Carlos Bilardo’nun futbol anlayışı savaşan, mücadele eden, sonuç odaklı, ne pahasına olursa olsun kazanmayı amaçlayan bir yaklaşımdı. Maradona’nın futbol resitali verdiği maçlarda takım arkadaşlarının yegane görevi savaşmaktı. Maradona bir tarafa bırakıldığında Arjantin takımı, bir Güney Amerika ülkesinden çok bir Orta Avrupa ülkesi gibi oynuyordu: Kaba, sert, defansif, fizik güce dayalı ve kavgacı. Onun oynattığı futbola Arjantinliler “Bilardismo” diyorlar.
O günden beri Arjantin futbolu, adeta bir sarkaç misali, bu iki uç arasında salındı durdu. Teknik direktör Sampaoli, Arjantin teknik direktörü sıfatıyla ortaya koyduğu futbol anlayışını Menottismo ile Bilardismo’nun bir sentezi olarak sunuyor. Kendi ifadesi ile “en iyi hücum edecek oyuncuları seçersin, sonra onları en iyi savunmayı da yapabilecekleri bir dizilişle sahaya sürersin.” Doğrusu kulağa pek de dört başı mamur bir taktik yaklaşım gibi gelmiyor. Nitekim, Menottismo ile Bilardismo’nun bir sentezi olarak düşünülen bu tekerlemenin pratikte pek de işe yaramayacağının emareleri, Dünya Kupası’ndan çok önce görülmüştü. Arjantin, dünya kupası eleme grubunda oynadığı 18 maçın ancak yedisini kazanabildi. 18 maçta sadece 19 gol atabildi. Dünya Kupası vizesini de son dakikada, ezeli rakibi Brezilya’nın Şili’yi yenmesi sayesinde alabildi. Turnuva öncesinde İspanya ile oynadıkları hazırlık maçında alınan 6-1’lik ağır yenilgi de, durumun vahametinin apaçık bir göstergesi gibiydi.
Peki ama Messi gibi bir süper yıldız, ona eşlik eden çok sayıda yıldız futbolcu ve “kazanmayı bilen” Sampaoli gibi bir teknik adam ile Arjantin nasıl oldu da böylesine başarısız bir performans sergiledi? Bu sorunun yanıtı şu dört olguda gizli:
Arjantin, Dünya Kupası grubundan güçlükle de olsa çıkmayı başardı. Ama önlerinde zorlu bir yolculuk var. Kupayı uzanmak için Fransa, Brezilya, İspanya, Belçika gibi zorlu rakipleri yenmek zorundalar. Doğrusu oynadıkları futbol, finale uzanmaları için pek de umut vermiyor. Biz onları bu zorlu kupa yolculuğu ile baş başa bırakalım. Lakin Arjantin’in hikayesinden Türkiye futbolunun çıkarması gereken esaslı dersler var.
Birkaç sene evvel Aziz Yıldırım, “bir takımı teknik direktör şampiyon yapmaz. Şampiyonlukta teknik direktörün bir önemi yoktur” mealinde laflar etmişti. Ülkenin en büyük klüplerinden birinin başkanının bu lafı edebilmiş olması mı daha vahim, yoksa spor dünyasında kimsenin “sen ne saçmalıyorsun ben adam” diyememiş olması mı; varın onu siz hesap edin.
Doğrusu dünya futbolu “teknik adamlar dönemini” yaşarken, Türkiye’nin durumu Aziz Yıldırım’ın bu zırva sözünde ifade ettiği anlayıştan çok da ilerde değil. Her transfer döneminde sağa sola saçılan milyonlarca euro marifetiyle kurulan anlamsız kadroların başarılı olması umut ediliyor. Kadro mühendisliği, oyun mekaniği, takım kimyası, taktik varyasyonlar gibi konular, Türkiye futbol dünyasında bir konu başlığına bile dönüşemiyor. Varsa yoksa yıldızlar transfer edilsin, uçaklar insin, şaaşalı imza törenleri düzenlensin. En güncel örnek şu olsa gerek: Fenerbahçe’nin yeni hocası Cocu ile nasıl bir futbol oynayacağı değil, kimleri transfer edeceği, hangi yıldızları alacağı konuşuluyor.
Oysa tam da bu kafa nedeniyle ülkemizdeki yüzyıllık klüpler gerçekte çoktan iflas etmiş durumdalar. Tam da bu nedenle “Avrupa’nın altıncı büyük futbol ekonomisi”, dünya kupasını evinden izliyor. Tam da bu nedenle pahalı kadrolara sahip klüp takımlarımız, Avrupa serüvenine en başında, ismi bile telaffuz edilemeyen mütevazi rakiplerine boyun eğip elenmekten kurtulamıyor. Tam da bu nedenle “marka değeri” ile övünülen Süper Lig’de oynanan futbol saçmasapan bir kakafoniden öte geçemiyor.
Ümit Özat, Türkiye’nin 2002 dünya kupasındaki başarısı hakkında “teknik direktörün bir katkısı yok ki; iyi bir jenerasyon yakalamış ve şanslı bir kura çekmiştik” demişti. Teknik direktörün rolünün / işlevinin reddi ve inkarı anlamına gelen bu anlam fukarası sözleri söyleyen şahsın bizatihi kendisinin de bir teknik direktör olması; ülke futbolunun nasıl bir batak içinde olduğunun en açık göstergesi olsa gerek.
Elinde Messi gibi bir süper yıldızı olanların bile hüsrana uğramaktan kurtulamadığı bir dönemdeyiz artık. Futbolda “teknik direktörlerin imzasını taşıyan takımlar çağı” yaşanıyor. Biri Türkiye futbol dünyasına da haber versin!
Kaynak: Gazete Karınca
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…