https://www.youtube.com/watch?v=XFNuj_aQ3t4
***
Kazan, filmini neden İstanbul’da çekemedi
İki bakanlık müfettişi İstanbul’a gelip Elia Kazan’dan çekimden önce senaryoyu görmek, çekimleri izlemek istediklerini bildirdiler. Bir sansür uygulaması başlayacaktı. Kazan isteğe boyun eğdi ama, haftası dolmadan planladığı filmi bu koşullar altında çekemeyeceğine kanaat getirerek Türkiye’den ayrıldı, Yunanistan’da çekime başladı. Elia Kazan’la ilk kez 1962 yazında İstanbul’da Park Oteli’nde karşılaştım. Hürriyet’in çiçeği burnunda, Babıáli tanımıyla Beyoğlu muhabiri olarak peşine düştüğüm ünlü yönetmen keten pantolonunun üzerine giydiği beyaz gömleğinin kollarını pazularının üstünde katlamıştı. Kendimi tanıttığımda ‘‘Nasıl buldun beni?’’ dedikten sonra elimi sıktı. Pençesi oldukça güçlüydü.Otelin kaldırıma çıkmalı duvarında oturup öğle güneşi altında uzun süre sohbet ettik. Henüz şöhretlerle haşır-neşir olmamışız. Sinemaya merakım var, üstelik gazeteye ‘atlatma’ haber götüreceğim. Keyfim yerinde. Sinema dünyasına kurucusu olduğu Actor’s Studio’daki öğrencileri Marlon Brando, James Dean gibi aktörleri kazandıran ünlü yönetmen Kazan ‘‘Hemşeri sayılırız. Ben de senin gibi İstanbulluyum. Muhteşem bir şehir İstanbul’’ dedi. Kazan çevireceği bir filmin set hazırlıkları için Türkiye’ye geldiğini söyledi ama, teferruatına girmedi. Ayrılmadan önce ‘‘Keşfettiğiniz yeni oyuncular var mı?’’ sorumu ‘‘Warren Beatty. Son filmim Splendor in the Grass’da başarılı oyun sergiledi. Büyük yıldız olacak’’ diye yanıtladı.Bir yıl sonra Elia Kazan tekrar İstanbul’a geldi. Senaryosunu yazdığı ‘‘America America’’ adlı filmde ailesinin 1913’te Türkiye’den Amerika’ya göçünü beyazperdeye aktaracaktı. Üsküdar’da vapur iskelesi karşısındaki meydan film setine dönüştü. Çekimleri muhabir olarak ünlü rejisörün yanı başında izliyordum. Meydanın kuzey ucunda ahşap bir kaç evin yan duvarları sahiplerine para verilerek yıktırıldı. Pencere camları yarıdan kırıldı. Garibime gitmişti, sinemacılığı bilmediğim için anlam veremedim.Bir ikindi üstü çekimlere ara verildiği sırada set amiri, sırtında yünlü kumaştan tulum, işlemeli cepken, palabıyıklı iri yarı bir adamla yanımıza geldi. ‘‘Bay Kazan, Kapalıçarşı’dan 20 kadar hamal kıyafeti bulduk. Beğendiniz mi?’’ diye sordu. Rejisör hamal kıyafetindeki adamı tepeden tırnağa süzdükten sonra işaret parmağını tulum cebine takıp boydan boya yırttı. Ardından cepkenin cebini avuçlayıp tümüyle söktü. Şaşkınlıktan donup kalmıştık. Elia Kazan ‘‘Böyle süslü hamal kıyafeti olur mu? Toprak ağaları ancak böyle giyinir’’ dedi hayret dolu bakışlarımızı umursamadan.Ertesi sabah Hürriyet’te yayınlanan yazım şöyle başlıyordu: ‘‘Önümüzdeki sezon çeşitli ülkelerde vizyona girecek olan America America ile sinemaseverler Türkiye’yi yıkık dökük, harap binalar, sefil kıyafetler içinde hayatını kazanan hamallar ülkesi diye tanıyacak.’’ Resimli haberin alt kısmında ise izlenimlerimi sıralıyordum.Birinci sayfadan gazeteye giren yazım üzerine Milliyet’in kıdemli köşe yazarı Ref’i Cevat Ulunay ‘‘Hürriyet refikimizde Doğan Uluç imzasını taşıyan bir haber…’’ diye kaleme aldığı makalesinde Elia Kazan’ı topa tuttu. Ulunay ‘‘Yaşadığım o dönemde İstanbul’un hamalları bir günde tonlarca yük taşıyıp iyi para kazanırdı. Akşam işi bittiğinde pırıl pırıl cepken-tulumu üstüne geçirip Haliç’e, Boğaz’a nazır kahvelerde nargile tüttürürlerdi. Cepken cebinde gümüş zincirli saat taşırlardı’’ şeklinde devam ederek tarihi ahşap evlerin yıkılarak İstanbul’un kötü gösterilmesini de eleştirdi.Hürriyet haberi üzerine yazıları ses getiren Ulunay’ın makalesi Ankara’da büyük tepki yaptı. İki bakanlık müfettişi İstanbul’a gelip Elia Kazan’dan çekimden önce senaryoyu görmek, çekimleri izlemek istediklerini, milli değerlere ters düşen sahnelerin çıkarılmasını talep edeceklerini bildirdiler. Bir sansür uygulaması başlayacaktı. Kameralar, ışık-ses sistemleri, bir sürü aracı hayli masrafla İstanbul’a getirten Kazan ültimatom niteliğindeki isteğe boyun eğdi ama, haftası dolmadan planladığı filmi bu koşullar altında çekemeyeceğine kanaat getirerek Türkiye’den ayrıldı. Yunanistan’da çekime başlayan direktör ‘‘Otelde yardımcılarım ve aktörle konuşmam gerektiğinde bahçeye çıkardım. Sanıyorum odama dinleme cihazları yerleştirdiler’’ şeklinde bir yabancı haber ajansına beyanat verdi.Elia Kazan’la sonraki yıllarda New York’ta çeşitli kereler karşılaştık. Brando, James Dean, Warren Beatty’yi keşfeden rejisör, Anthony Quinn, Gregory Peck, Tony Curtis, Montgomery Cliff, Jack Nicholson, Robert de Niro, Jeanne Moreau, Kirk Douglas, Natalie Wood, Spencer Tracy, Katherine Hepburn dahil pek çok oyuncuyu filmlerinde oynatarak ününe ün kattı. On the Water Front, Viva Zapata, A Street Car Named Desire, East of Eden, A Gentleman’s Agrement filmleri klasikler arasına girdi. Sayısız ödül, iki Oscar armağanı kazandı. Birkaç yıl önce Şener Şen ile Uğur Yücel’in Eşkıya filminin New York galasında birlikte olduk.Son kez Manhattan’daki evinde 90’ıncı doğum günü partisine gittim. Tekerlekli iskemlede oturuyordu. El sıkıştığımızda pençesi hálá güçlüydü.
son dakika
***
Elia Kazan: Kayseri’den Amerika’ya Bir Yolculuk – Kerem Duymuş
Elia Kazan, 1909’da Kayserili bir Rum ailesinin çocuğu olarak dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’da doğar. Doğum ismi Elias Kazancıoğlu olan yönetmen, henüz dört yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya göç eder ve adını Elia Kazan olarak değiştirir. Üniversite eğitimini tiyatro üzerine alan Kazan, New York’ta daha sonra ona ün sağlayacak olan birçok başarılı oyun sergiler. Tiyatro yönetmenliği ile kariyerine başlamasına karşın, 1930’lardan itibaren devasa bir büyüme yaşayan sinema sektörüne dönük ilgisinin oluşması çok uzun sürmez. 1945’te ilk filmi A Tree Grows in Brooklyn’i yönetir. Göçmen olarak Amerika’ya yerleşen ailesine dönük birçok gönderme barındırmasıyla aynı zamanda biyografik bir yan da taşıyan bu ilk filmi çok büyük başarı kazanır.
Sinemaya oldukça etkili bir giriş yapmasının ardından tiyatro geleneğiyle bağlarını koparmak istemeyen Kazan, 1947’de Marlon Brando başta olmak üzere Montgomery Clift, Julie Harris, Eli Wallach ve Karl Malden gibi oyuncuların yetişeceği Actors Studios’u kurar. Özellikle Arthur Miller ve Tennessee Williams’ın oyunlarına büyük ilgi duyan yönetmen, bu isimlerin birçok projesini sinemaya aktarmaya başlar. Fakat özellikle 1950’lerin başında etkili olarak faaliyet göstermeye başlayan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (HUAC) ile olan ilişkisi, kariyerinde büyük bir kırılma yaşamasına neden olacaktır.
Albert Einstein, Hanns Eisler, Orson Welles, Jules Dassin gibi farklı alanlardaki birçok başarılı düşünür ve sanatçıyı komünist ve Sovyet ajanı olmakla suçlayan bu komite, 1952’de de Elia Kazan’ı sorguya çeker. O döneme dek apolitik bir tutum sergileyen Kazan’ın, sorgulamayla birlikte komünizm karşıtı bir tavır takınması ve bu komite ile işbirliğine gitmesi; sektör içinden çok büyük eleştiriler almasına sebep olur. Hatta bu tutumu sebebiyle, üzerinden yıllar geçmesine karşın 1999 yılında 71. Akademi Ödülleri’nde Yaşam boyu Onur Ödülü’nü alırken dönemin tanıkları tarafından protesto edilir. Ama buna karşın yine de Elia Kazan’ın politik kimliği farklı dönemlerde gösterdiği değişikliklerle, tek bir olaya indirgenemeyecek bir yaşanmışlık ortaya koymuştur. Örneğin; bu komiteyle olan bağlarına karşın yönetmen, daha sonraları Marksist düşünceyle çok daha sıkı ilişkiler kurmuş ve 68 kuşağı hareketlerinin devamında oluşan atmosferde Marksist isimlerden yana taraf olmuştur. Öyle ki Kazan, Türkiye’de hapse atıldıktan sonra kaçarak Fransa’ya yerleşen ve orada filmlerini çekmeye başlayan Yılmaz Güney’le o dönemlerde çok yakın dosttur.
1963’de otobiyografik bir film olan America America’yı çektikten sonra yönetmen, yazarlık alanına doğru kaymaya başladı. Bu filminin senaryosunu kitaplaştırarak işe başladıktan sonra birçoğu Türkçeye de çevrilen ondan fazla kitap yazdı. 1976’da çektiği son film The Last Tycoon ile yönetmenlik kariyerine nokta koyduktan sonra da sinemayla daha uzaktan bir ilişki kurdu. 1940 ve 1941 yıllarında iki filmde oyunculuk sergileyen yönetmen, yönetmenliği bıraktıktan sonra, son projesi olarak 1988’de Zülfi Livaneli’nin Sis filmin ufak bir bölümünde oyuncu olarak yer aldı. 2003’te New York’ta son bulan yaşamında, köklerinin dayandığı Türkiye’ye karşı her daim ilgili olan Kazan sıklıkla Türkiye’nin farklı bölgeleri ziyaret etmiş ve doğduğu topraklara her daim özlem duymuştur.
A Tree Grows in Brooklyn (1945)
Daha önce birkaç isimle birlikte çekilen kısa bir belgeselin yönetmenliğini yapan Kazan’ın ilk uzun metrajlı filmi olan A Tree Grows in Brooklyn, hiç kuşkusuz yönetmenin sinemasının mihenk taşlarından biri. Üstelik bu önemi yalnızca ilk filmi olmasında ileri gelmez. Aksine yönetmenin yirmiye yakın yapımı bulunan filmografisi içerisindeki her açıdan oldukça başarılı olarak dikkat çeken bir filmdir. Özellikle de Kazan’ın kişisel yaşamında izler barındırmasıyla daha da detaylı ve naif bir hale gelen film, yönetmenin sinema kariyerine muhteşem bir başlangıç yapmasını sağlamıştır.
Betty Smith’in aynı adlı romanından uyarlanan film, Brooklyn’in yoksul bir göçmen semtinde oturan Francie ve ailesinin öyküsünü anlatıyor. Garson olarak çalışan ve düzenli bir işe girmek istemeyen sanatçı ruhlu babası ve geçim derdinden gün geçtikçe daha da katı yürekli biri haline dönüşen annesiyle birlikte Amerika’daki binlerce yoksul gibi hayatını idame ettirmeye çalışan Francie, erkek kardeşinin aksine okula ve okumaya oldukça ilgilidir. Özellikle bir göçmen hikayesini anlatan filmin hiç kuşkusuz en güçlü yanı; savaş zamanında çekilmesi ve yoksulluğu anlatmasına karşın, inanılmaz bir yaşam sevinciyle dolu olmasıdır. Bu yüzden de yaşanan olayları çoğu zaman küçük Francie’nin gözünden görürüz. Geleceğe dair yeri geldiğinde en az babası kadar hayalperest olan Francie, tüm yaşananlara inat yine de her şeyin yeniden yaşam bulacağına inanmaktadır.
Uyarlandığı kitaptaki karakter zenginliğini kullanma konusunda inanılmaz bir başarı gösteren filmde, oldukça ufak rollerin bile hikayeye olan etkileri ve derinlikleri; bir noktadan sonra A Tree Grows in Brooklyn’in göçmen bir ailenin hikayesi olmaktan çıkararak tümden bir sosyolojik söyleme evrilmesini sağlıyor. Bu açıdan özellikle polis ve öğretmen gibi kamu görevlilerinin halkla olan idealist derecedeki iyi ilişkisi ve Sissy Teyze üzerinden Amerikan sosyal hayatının eşitliğine dönük olarak yapılan vurgu, Kazan’ın sonraki filmlerinde kendini gösterecek olan bazı başat konuları da ortaya koymaktadır.
Francie’nin yaşanan onca olayın ardından hayata tutunmasının naifliği ile oldukça etkileyici bir final sahnesi yaratan yönetmenin, özellikle bazı sahnelerde yarattığı atmosferse kesinlikle dikkat çekicidir. Nihayetinde çekildiği dönem itibarıyla düşünüldüğünde; hikaye odaklı bir kurgu anlayışını aşarak normalde çok kısa bir şekilde geçilmesi beklenen doğum sahnesinde yarattığı gerilimli ve etkileyici atmosferle o bölümü oldukça uzun tutarak alışılmışın dışında bir anlatı ortaya koyması, Kazan’ın henüz ilk yönetmenlik deneyimi olduğu düşünülürse kesinlikle olağanüstü bir yaratıcılıktır.
A Streetcar Named Desire (1951)
İlk aktörlük deneyimini bir yıl önce Fred Zinnemann’ın The Man (1950) filminde gerçekleştiren Marlon Brando’nun, büyük oranda üne kavuşmasını sağlayan film olarak anılan A Streetcar Named Desire; aynı zamanda Elia Kazan’ın filmografisindeki kırılmalarından birine işaret etmesiyle de ayrıca dikkat çeker. Bir yıl sonra çektiği Viva Zapata!’da (1952) başrolü yine Marlon Brando’ya veren yönetmen, A Streetcar Named Desire’dan farklı olarak büyük bütçeli epik bir yaklaşıma doğru evrilmiştir.
Ünlü Amerikan oyun yazarı Tennessee Williams’ın 1947’de yazdığı aynı adlı oyunundan uyarlanan film, senaryosundaki derinlikli yapıyı etkileyici oyunculuklarla da perçinlemiştir. Hatta başroldeki Vivien Leigh, Blanche karakteriyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar kazanmıştır. Zaten filmle ilgili günümüze değin uzanan en popüler söylemler de Marlon Brando’nun performansı ve özellikle de final sahnesi üzerinden hikayenin vurguladığı delilik mevzusu olarak kendisini göstermiştir. Aslen bir tiyatro oyununu olan eserden uyarlanmasıyla, ağırlıklı olarak diyaloglara dayanan film, tahmin edileceği üzere yalnızca birkaç mekanda geçiyor temel olarak. Bu açıdan Brando ve Leigh, zaten hikayeyi layıkıyla aktarabilmek adına üstün bir performans göstermek zorunda kalmışlar. Uzun yıllardır ailesinden kalan taşradaki evinde yaşadıktan sonra şehirdeki kardeşinin yanına gelen Blanche, her ne kadar ilk başta kısa süreli bir misafirlikmiş gibi kalsa da günler geçtikçe iyice yerleşir. Hatta zamanla etraftaki insanlarla tanışarak Mitch isimli bir adamla birlikte olmaya başlar. Fakat kardeşinin eski bir Polonyalı göçmen olan kocası Stanley ona karşı nefret beslemektedir. Haliyle günler geçtikçe Blanche kalıcı olmaya çalışırken, Stanley onu göndermenin çarelerini arar.
Filmdeki gerilim daha ziyade Blanche ve Stanley arasında oluşsa da, özellikle alt metindeki söylem; hiç kuşkusuz A Streetcar Named Desire’a döneminin çok ötesinde bir yapım olarak işaret etmektedir. Çünkü şehre ilk geldiğinde, kırılgan tavırları ve ölçülü hareketleriyle bir iyilik timsali olan Blanche’ın; bırakıp geldiği geçmişi gün yüzüne çıktıkça, hikayedeki konumu da değişmeye başlar. Öyle ki sonlara doğru, bu tavır ve hareketleri alaycı bir hal almaya başlar. Zaten tam da onun zıttı olarak yaratılmış kaba saba Stanley karakteriyle en başından beri uyuşmayan kişilikleri bu dönüşümle birlikte iyice çatışmalı bir hal alır. Bu açıdan ilk başta kaba hareketlerinden dolayı olumsuz bir konumda hikayeye dahil olan Stanley, gerçekleri ortaya çıkarıp kendi haklı durumunu inşa etmiş olur. Ama hiç kuşkusuz esas olarak kırılma tam da final sahnesinde oldur. Çünkü filmin başından itibaren gerçekleşen konum değişimleri, finalde nihayete erecekmiş gibi dururken tam tersi bir zıtlıkla sonuçlanır.
Blanche karakterinin hayatın tüm yıkıcılığı ve geçmişin karanlığına karşı takındığı olumlu bakış açısı “ben gerçeği istemiyorum, sihir istiyorum” sözüyle açığa çıkar. Bu açıdan Blanche’ın dünyaya karşı tavrını delilik olarak mı ele almak gerek yoksa aslında hepimiz bir deliliğin içinde miyiz? Finaldeki etkileyiciliği ile birlikte, oldukça çarpıcı bir söyleme evrilen film; başarılı oyunculuklarla ve Elia Kazan’ın, Blanche’ın histerik karakterini anlatmadaki ustalığıyla sinema tarihine geçen yapımlardan biridir kesinlikle.
On the Waterfront (1954)
Amerika’daki sinema sektöründe yaşanan politik gerilimin ardından, Elia Kazan’ın çektiği ve stüdyo çevrelerinde sol tandanslı olarak yorumlanan On the Waterfront; yönetmenin en bilinen filmi olmasına karşın esasında ilk yapımlarındaki derinlikten uzak olmasıyla farklı bir konumdadır. Burada filmin esas olarak önemi, yoksul bir sahil kasabasında gerçek mekanlarda çekim yapılmasıdır. Özellikle o dönemde toplumsal olaylara dönük ilgisizlikle birlikte tümden stüdyoya kapanan sinema sektörü düşünüldüğünde bu kesinlikle oldukça önemli bir durumdur.
Senaryo konusunda her daim uyarlamalara yönelen Kazan, bu filminde de temeli Budd Schulberg’in aynı adlı bir hikayesine emanet etmektedir. Yoksul bir sahil kasabasında çalışan işçiler, onları sömürerek bir tür mafyaya dönüşmüş olan sendika ve tüm bu olayın dışında olarak her şeye tanık olan bir papazla birlikte; film genel bir dönem portresi çizer. Eski bir boksör olan Terry, sömürge haline gelen sendikada önemli görevlere gelmiştir. Fakat sendikanın bu karanlık otoritesine karşı devlete sığınan işçiler de vardır ve sendika yöneticileri bu kişileri ortadan kaldırmak zorunda kalır. İşte filmin genel olarak anlatısı da, sendikanın karanlık işlerine bulaşan Terry’nin işçi arkadaşlarıyla olan ilişkileri üzerine kurulmaktadır.
Gün geçtikçe Peder Barry ile daha da yakınlaşan ve yaşanan olaylara karşı muhalefetin bayrak taşıyıcısı haline gelen pederle geleceği hakkında konuşmalar yapan Terry, sonunda onu oldukça zorlu bir seçim yapmaya götürecek bazı olayların pençesinde bulur kendisini. Özellikle iyice çığırından çıkan mafya ilişkileri ile film noir estetiğine de uzanmaya başlayan film, sendika ve işçi ilişkileri ile oldukça bıçak sırtı söylemler ortaya koyar. Bu açıdan Amerikan eleştirmenler tarafından sistem karşıtı bir şekilde yorumlansa da özellikle Avrupalı eleştirmenler, filmi bu yaklaşımı dolayısıyla yerden yere vurmuştur. Çünkü tüm o işçi ve başkaldırı hikayesine karşın finalde tüm çalışanların bir patronun kucağına gitmesinin güzellenmesi üzerinden, On the Waterfront’un işçileri anlatmasına karşın kapitalizm propagandası yapmaktan da kendini alıkoyamadığı eleştirilmiştir.
On the Waterfront, Eliza Kazan’ın bundan sonraki filmlerinde de kendini gösterecek olan epik anlatının bütüncül olark ilk karşımıza çıktığı filmlerden biridir. En nihayetinde yönetmen filmdeki işçileri neredeyse tek tek hiç önemsemeden onlara kimlikleri üzerinden bir anlam vererek indirgemektedir. Bu durum; Kazan’ın sonraki filmlerinde, epik bir anlatıyla ortaya konan hikayenin sürekli olarak indirgemeci bir bakış açısına sürükleneceğinin de ilk işareti olarak gün yüzüne çıkar. Ama bu yapımın hiç kuşkusuz en dikkat çeken yanlarından biri, müziklerin ünlü besteci Leonard Bernstein’ın yapmış olmasıdır ki; gerçek mekanların dramatik yapısını güçlendirme konusunda kesinlikle etkili olmuştur.
East of Eden (1955)
Elia Kazan’ın renkli ve sinemaskop formatta çektiği ilk film olma özelliğini taşıyan East of Eden, aynı zamanda James Dean’in ilk sinema performansı. Daha önce birçok televizyon dizisinde oynayan oyuncu, bu yapımdan sonra da sadece Rebel Without A Cause ve The Giant of Them All filmleriyle tekrar sinemaya adım attı. Bu açıdan tıpkı Marlon Brando’nun keşfi gibi, James Dean de sıklıkla Elia Kazan’la olan işbirliği ile anılır.
John Steinbeck’in 1952’de yazdığı aynı adlı romandan uyarlanan East of Eden, kitaptaki bölümlerden birine odaklanmaktadır. Steinbeck’in, ilk günah üzerinden Habil ve Kabil’e atıf yaptığı roman; Birinci Dünya Savaşı döneminde bir Amerikan ailesine odaklanıyor. Kazan’ın da dönem atmosferini yaratma konusunda özellikle başarı göstermesi ve gerçek mekanlarda çekimleri yapmasıyla hikaye, tümden sinemasal bir şölene dönüşmüştür. Renkli çekim ve sinema perdesine özel oldukça geniş bir açıya sahip sinemaskop formatını, ortaya konan etkileyici sanat ve görüntü yönetimini desteklemek adına hakkını verircesine kullanan yönetmen; birçok sahnede daha önce görülmemiş mizansenler yaratmayı başarır.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, büyük çiftliklerinde üretim yapan Trask ailesi; serseri Cal ve Abra’nın yanı sıra gelecekte aile kurmayı isteyen Adam ile birlikte kendi yolunda ilerlemektedir. Fakat daha filmin başında Cal’ın yıllardır ölü sandığı annesiyle karşılaşması, bu bir şekilde ilerleyen yolun bozulacağının sinyallerini verir. Bu açıdan aile dramasının birçok unsurunu içinde barındırır film. Cal’ın bitmek bilmeyen arayışına dönük vurgu oldukça ilginçtir. Çünkü Cal’ın annesini arama sebebi en temelde, içindeki bitmek bilmeyen kötülüğe meylin kökenine dönük meraktır. Abisi Adam’ın, babasının istediği tarzda bir oğul olması ve Abra’yla bir gün aile kuracak bir ilişki yaşamasına karşın Cal; farklı farklı kadınlarla kısa süreli ilişkiler yaşayıp, okulda ve iş hayatında gösterdiği başarısızlıklarla tam bir bela gibidir.
Tüm bu aile dramı ve Cal’ın bitmek bilmeyen arayışına bir de Birinci Dünya Savaşı karmaşası katılınca herkes için işler daha da karışık olur. Fakat Cal bu durumu fırsata çevirebileceğini düşünerek borsadaki dalgalanmalardan faydalanır ve ondan artık hiçbir beklentisi olmayanlara inat çok büyük paralar kazanır. Lakin oldukça koyu bir dindar olan babası, Cal’ın bu davranışı onaylamaz ve aralarında büyük tartışmalar çıkar. Bu noktada hem romanda hem de filmde izlenen yol oldukça tartışmalıdır. Çünkü tam bir bela olarak resmedilen ve en kötü zamanlarında köylüleri sömürerek para kazanan Cal ve tam bir dürüstlük abidesi olan Adam’ın hikayedeki konumları bir anda tersine döner. Savaşa girdikten kısa süre sonra zafer geleceğini sanan Amerikanlar, ardı ardına gelen ölüm ve yenilgi haberleriyle sarsılırlar. Hal böyle olunca gönüllü olarak askere gitmeyen Adam gibi gençler üzerinde oldukça yıpratıcı bir baskı oluşmaya başlar.
Cal, Adam ve Abra arasındaki ilişkinin final sahnesinde oldukça beklenmedik bir şekilde sonlanması ve bir anlamda; iyilik timsalinin kaybedip kötülüğün mutlak zaferi elde etmesi, hiç kuşkusuz East of Eden’in en sıra dışı özelliklerinden biridir. Hele ki çekildiği döneme hakim olan melodramlar ve onların ahlaki alt metinleri düşünüldüğünde bu oldukça beklenmedik bir durumdur. Zaten bu yüzden filmden sonra oldukça sert tartışmalar çıkar. Özellikle Adam karakterinin, tüm o ahlaklı karakterine karşın başına gelenler; tüm hikaye boyunca farklı bir beklentiye sürüklenen izleyiciyi çok sert ters köşe yapar. Dönemsel karmaşa içerisinde her bir karakterin kendine has bakış açıları ve istekleriyle derinlikli bir portre çizdiği film; etkileyici görselliği ve edebiyattaki bir ustaya sırtını dayamasıyla ortaya kesinlikle beklenmedik derecede başarılı bir iş çıkarır.
America America (1963)
Birçok kesimin sert eleştirilerine maruz kalan hikayesi ve çekimleri sırasında yaşananlarla America America, Elia Kazan’ın hem biyografik özellikleri açısından en önemli hem de yaşanan zorluklar sebebiyle en tartışmalı filmidir hiç kuşkusuz. Kariyerinin artık ilerleyen dönemlerinde, arkasına her tür stüdyo desteğini alarak büyük bütçeli projelere imza atan yönetmen; nihayet kendisinin Amerika’daki yaşamına değin uzanan, dedelerinin hikayesini anlatmak için çok büyük bir yapım hazırlığına girişir. Fakat daha önceki filmlerinde de temel özelliklerden biri olan Kazan’ın gerçek mekanlarda çekim yapma arzusu bu filmde başına çok büyük dertler açar.
Önceki yapımlarından farklı olarak senaryosunu tamamen Kazan’ın yazdığı America America, Kayseri’de yaşayan bir Rum ailesinin önce İstanbul’a ardından da Amerika’ya uzanan öyküsünü anlatır. 1800’lü yıllarından sonlarında, artık iyiden iyiye yıkımın pençesine düşmüş Osmanlı İmparatorluğu hem dış ilişkilerde hem de iç meselelerde büyük buhranlar yaşamaktadır. Tek tek bağımsızlığını kazanan azınlık gruplara karşı gün geçtikçe baskı kurmaya başlayan yönetim, ilk olarak Ermeniler’e yönelik baskı politikaları güder. Bir Rum olarak yaşanan katliamların dışında kalan Stavros ve ailesi ise iyiden iyiye tedirgin olmaya başlayarak sonunda yaşadıkları toprakları terk etmeye karar verir. İstanbul’a giderek zamanla tüm aile bireylerini yanına aldırmak için düzen kurmaya gönderilen genç Stavros ise yol boyunca başına gelenlerin ve İstanbul’da istediğini bulamamanın ardından bir arayışa düşerek Amerika’ya gitmenin yollarını aramaya başlar.
Parasını çalan hırsızdan taraf olan kadılar, açlık sınırında yaşayacak kadar ücret veren iş verenler ve ufak bir zümrenin şatafatına karşın sefaletin kol gezdiği kent ile tam bir distopya çizer Kazan. Bu şartlarda iyi bir hayat yaşayacak kadar para kazanmanın yolu ya hırsızlıktan ya da zengin bir aileye evlilik yoluyla dahil olmaktan geçmektedir. Küçük kasabasındaki temiz yaşamında sonra İstanbul’un içler acısı haline bir türlü alışamayan Stavros, her ne kadar Amerika’ya gitmeyi kafasına koysa da; yolculuk için gerekli parayı bir türlü denkleştiremez. Sonunda hırsızlık yapmaktansa zengin bir Rum ailenin pek de talibi olmayan kızıyla evlenerek zengin bir hayata adım atar. Fakat bu seçimi beklediği kadar masum olmaz. Çünkü hırsızlık yaparak başkalarının malını çalmayı kabullenemeyen Stavros, bu sefer de evlendiği kadının tüm hayatını çalmış olmasıyla yüzleşir.
Kayseri’deki çekimlerin ardında, İstanbul’da dönemin sefaletini yansıtacak derme çatma mekanlar seçen yönetmen; dönemin ileri gelenlerinin dikkatini çeker. Bir de buna, Kazan’ın Türkiye’yi kötü gösterdiği bir film çektiği dedikoduları da eklenince devlet yetkilileri çekimleri durdurur. Yönetmen, bir süre polis nezaretinde çekimlere devam etse de sonunda neredeyse her kararına karışan yetkililerden bezmiş bir şekilde çekimleri bırakarak Türkiye’den ayrılır. Kalan çekimleri Yunanistan’da yapıldıktan sonra Amerika’da son hali verilen America America, elbette ki Türkiye’de hiç de iyi karşılanmaz. Osmanlı İmparatorluğu’na dönük olarak çizdiği karamsar tabloyla eleştirilen yönetmen; köklerinin dayandığı topraklardan bir kez daha dışlanır.
Kaynak: filmloverss