Mustafa Kahya’nın ölüm tarihini 18 Eylül 2014 ve ölüm yerini Ankara olarak belirtiyor internet kaynakları, ona yakışmayacak bir sıradanlık ve soğuklukla. Oysa anılar, öylesine taze ki, etkileştiği insani varoluşların katmanları arasında öyle derine dahil olmuş ki kimse bu tarih ve “ölüm”ün buz gibi tanımı ile özdeşleştirmiyor onu. Bu nedenle yaşıyor ve yaşatıyor dostları onu.

Dört yıl önce yitirdiğimiz Mustafa Kahya’yı İbradı’da, köyünde, evinin önünde, okulunun bahçesinde, bazen öfke, bazen de neşe içinde hızlı adımlarla yürüdüğü ilçe ve köy sokaklarında anmak, çocukluğuna ve ilk gençlik yıllarına dair izleri sürmek üzere İbradı’ye ve sonra da köyüne gittik dört hafta önce. Düriye ve Ali’den, kardeşinden ve çocukluk arkadaşlarından Mustafa Kahya’yı dinledik. Doğrudan hatıralarda kalan betimlemeler yeterince açık değil, zaman ise deşmek için çok kısa, sadece hissedişler var anlatılarda. Sevgi, saygı, onur ve özlem var.

İbradı’da Türkiye siyasetinde iz bırakmış ve heykelleri meydana konmuş şahsiyetler var, bunlardan biri Muammer Aksoy.  Proletarya kamusallığı içinde de Mustafa Kahya var. İbradı “soğuk yer” anlamına gelse de, soğukluk insanlarını tanımlamıyor.

İbradı’nin ilçe meydanında, gelen yabancıları ilgiyle izleyen, meraklı yüzlerle sorularını pek de belli eden, mütevazı ve sevimli insanlarla karşılaştık. Kahya’nın çeşitli aralıklarla İbradı’ya gelip birkaç arkadaşını gördükten sonra köye doğru yola çıkışını hayal meyal görür gibi olduk kız kardeşinin anlatılarından. Mutlaka İbradı’nın güzel doğasına, düğmeli evlerine yukarıdan bakan bir kahvede çayını içişini, eğer o zamanlar sigara içiyorsa, sigaranın dumanını tüttürüşünü düşledik. Gözlerinin önünde akıp giden doğal güzelliğe, insan katkısı bir eklenti katmak için komünal düşüncelerinin ışıltılarına bu güzel doğanın kaynaklık ettiğini hissettik. Öyle ya doğa bu kadar güzelse, insan bu güzelliği yok edemez, ona sadece küçük dokunuşlar yapabilir, onunla uyumlu insani açılımlar yapabilir ancak.

Mustafa’nın doğduğu ve yaşadığı evi, ilkokulunu, o güzelim doğayı, koyun sürülerini, çoban evlerini ve yanından meraklı gözlerle izleyip geçtiği düğmeli evleri gördük. Kahya’yı ormanın yamacına uzanmış elinde bir kitap okurken ya da önünde akıp giden güzel manzarayı izlerken hayallere dalan güzel ve duyarlı bir çocuk olarak düşündük. Kendisini doğanın bir parçasıymış gibi yaşamış çocukluğunu hissettik.

Murathan Mungan’ın Harita Metod Defteri’ndeki sözleriyle “çocukluk başlı başına bir memlekettir, hatta sılasıdır insanın. Büyüdükçe sıla özlemimiz artar, hayat giderek gurbetleşir. Sanki ne yaşarsak yaşayalım hep gurbetteyizdir. Büyümek gurbete çıkmaktır”. Öyle ya insanlar, çocukluk mekânlarını terk ettikçe, kendilerini, duygularını, düşüncelerini başka mekânlarda ve zamanlarda açımladıkça, çocukluklarından uzaklaşırlar, ne var ki buralardan hep bir parça taşırlar.

Öyle ya bu evlerde, bu sokaklarda, bu yamaçlarla; bu ağaç evinde, sevinçler, acılar, özlemler, kavgalar, terk etmeler, terk edilişler, doğumlar, ölümler olur ve benliğimiz bu olaylarla güçlenir ya da travmalar yaşar. Her çocuk bavulunda aile hasarlarının izlerini taşır. Köy ilkokulunda, arkadaşlarının şaşkın bakışları altında, sınıfından kolundan zorla çekilerek babası tarafından götürülen, ağlayarak gitmek istemediğini söyleyen bir Kahya imgesini hayal meyal anlatıyor bir çocukluk arkadaşı. Anne ve babasının ayrı yaşadığı uzun yıllarda, Kahya’nın firar etmek istediği ve sonrasında firar ettiği çocukluk hapishaneleri bunlardı belki de. Sonrasında, çocukluk hapishanelerinden gerçek hapishanelere giden o eşsiz kaçış öykülerine geçiş yaptı Mustafa Kahya.

Tatlı sohbetlerimizden birisinde babasını anlatıyordu Kahya. Baba, devrimci olmasından hoşnut değil kanımca, korumak için çocuğunu tüm ana babalar gibi. Ama bir gün Antalya’da bir mitingde Küçük Dev Adamı’n, yani küçük oğlunun on binlerce insana seslenişini dinler baba. Damarlarını patlatırcasına baş yukarı kalkmış, gözler uzaklara çevrilmiş, yüksek sesle yapılan, sözcüklerin özenle seçildiği, insanları yaşamlarına sahip çıkmaya çağıran, sosyalizme davet eden bir konuşma bu. Yüzünde hoş bir gülümseme ile babasının duyduğu onuru anlatmıştı bir zaman. Hangi yaşta olursak olalım, zor da olsa babaların beğenisi kazanmak, hep bunu yapmak ister sanırım çocuk tarafımız.

Öte yandan, kardeşlerimize bizden dalgalar, ışıklar, etkiler, akımlar gider. Katmanlı dünyalarımız kardeşlerden gelen etkilere çok açıktır. Kahya’nın iki kardeşi de ondan izler taşıyor, sadece fiziksel izler değil bunlar, duygular ve düşüncelerde de büyük benzerlikler var. Kahya’nın umut dolu sevinçli yüzüne karşın Düriye’nin yüzüne keder daha çok yerleşmiş gibi. Buğulu gözleri uzaklara baktıkça güzel anılarla şenlenen yüz, başka bir konuya geçtiğinde yeniden hüznün hâkimiyeti altına giriveriyor, sonuç da yitirilmiş, yeri kolayca dolmayan bir ağabey anlatılıyor. Ankara siyasetinin tozlu yollarında Latife’nin hükmetme siyasetine karşı direnişini, tatlı Rosa’nın küçüklüğünü dinliyoruz Düriye’den.

Uzaktan gelen ağabeyinin Düriye’ye getirdiği kitaplar, bavuldan çıkar usulca. “Oku bunları” der Kahya. Sonra diğer hediyeleri çıkarır. Ardından Kahya, kendisine hazırlanmış yemekleri, özellikle kuru fasulyeyi yer, sonra da İbradı’nin o güzelim üzümlerini, mevsimine göre erikleri. Bu kardeş ki cezaevi yıllarında ağabeyinin sürekli ziyaretçisi olacak, onun ihtiyaç duyduğu şeyleri cezaevine taşıyacak, dışarıyla, İbradı, köy, akrabalar ve zaman zaman devrimci arkadaşları ile iletişimi sağlayacak.

Mustafa Kahya hiç çocukluğuna dönme isteği yaşadı mı, orada yıllar yılı kendinden saklanmış bir hakikati bulma ümidiyle bu mekanları hiç dolaştı mı bilmiyoruz. Hakikatin peşindeki Kahya’nın, kendi hakikati için de çabaladığını sadece tahmin ediyoruz. Olgun kişiliği ile geride bıraktığı, çocukluğun ya da ilk gençliğin yükünü hafifletmiş, yüreğini ovup parlatmayı bilmiş bir erişkinlik hali içinde tanıdık bizler Kahya’yı.

Kahya’nın çocukluğu düğmeli evlerde geçiyor. Bu evler, tamamen yöredeki malzemeler kullanılarak (ağaç ve taş) yapılan Antalya’nın Akseki ve İbradı ilçeleri ve köylerinde uygulanmış yöreye özgün mimari yapılar. Evlerin en büyük özelliği, harç veya çimento gibi herhangi bir malzemenin kullanılmaması. Katran ağacından kesilen ahşap ile yapının iskeleti oluşturulmuş. Katran ağacı aynı zamanda Lübnan Sediri olarak da biliniyor. Bu sedir ağacı Toros Dağları’nın yüksek kesimlerinde yer alıyor. İskeletin dışarıda kalan kısımları düğme gibi görünüyor. Bu özgün mimariye sahip düğmeli evler iki katlı ve duvarları taş, depreme dayanıklı ve hiçbir koruma olmadan yüzlerce yıl çürümeden dayanabiliyor.

Çocukluk arkadaşların biri, Mustafa Kahya’yı anlatıyor. Çocukken de inisiyatif alan biri. Düşüncelerinde çok ısrarcı olduğunu söylüyor. Fikirleri, karşısındaki kişinin anlam dünyasına ulaşmadığında sürekli bakış açısını yeni açılımlarla geliştirerek sözü yeniden kuruyor ve böylece ikna etmeye çalışıyor arkadaşlarını. Dedesinin Kahya’ya sahip çıkışını ve onun okuma hevesini teşvik edişini anlatıyorlar.

Etkileştiği tüm insanlarda derin izler bırakmış; tüm dostlarına dostluğunu, sevgisini, aklını ve birikimini miras bırakmış Mustafa. Ve bir kez daha, o ‘hain pıhtı’ya, o ‘ikiyüzlü sigara’ya, işçi sınıfına reva görülen kapitalist yaşam koşullarına isyan ediyoruz bir kez daha.

Nihayet tarih sürüyor ve süregelen mücadelelerde, tarihin ileriye doğru hareketinin taşıcısı ve yapıcısı Mustafa Kahya’mızın anısı önünde sevgi ve saygı ile eğiliyoruz.

18.09.2018 / Ankara

Nejla Kurul, Mustafa Durmuş

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…