Amerikan yatırım bankası Lehman Brothers on yıl önce geçtiğimiz hafta sonu batarak küresel kapitalist sistemi bir finansal çöküşün eşiğine getirmişti. Yaklaşık bir haftadır, “Gereken dersler alındı mı?”, “Şimdi hangi noktadayız?” soruları etrafında ilginç tartışmalar yaşanıyor.
O tartışmalardan benim çıkardığım sonuç kısaca şöyle: Gereken dersler alınmamış. O günden bu yana geçen 10 yılda, hem “hiçbir şey değişmemiş”, hem de “çok şey değişmiş”.Değişmeyen şeylerden dolayı, yakın zamanda tekrar gündeme gelecek olan yeni bir finansal kriz (mutlaka gelecektir), değişen şeylerden dolayı çok daha sarsıcı ve derin bir resesyona, çok daha tehlikeli şeylere (!?) yol açacak.
Değişmeyen şeylerin hepsi, finans sektörüne ilişkin. 2008 krizini Lehman Brothers’ın iflası değil, ABD gayrimenkul (morgıç) piyasalarında aşırı borçlanmanın ve onun üzerinde türeyen menkulleştirme hummasının yarattığı spekülatif balonun patlaması başlattı. Analizde, bir geri düzeye gittiğimizde, yapısal krizin birikim ve üretim kapasitesi fazlası, tüketim eksikliği sorunlarının basıncını, kredi genişlemesi ve finansallaşma ile yönetme çabalarını görüyoruz. Bir adım daha geri gidersek finans dışı (artı değer üreten) sektörde kâr oranlarında on yıllardır aşılamayan kronik bir gerilemeyle karşılaşıyoruz. Ama bu daha derin bir tartışmayı gerektiriyor. Şimdilik bir kenara koyalım.
Borç ve spekülasyon köpüğü patladığında, kredi piyasaları bir anda kilitlendi. Finans sektörü, bankalar çökme noktasına geldi. Küresel bir resesyon yaygınlaşmaya, küresel ticaret hızla gerilemeye başladı. Baltık Kargo İndeksi tarihinde görülmemiş düzeylere geriledi.
Sermaye birikiminin mantığı şimdi, kapasite fazlasının, borçlarını ödeyemeyen işletmelerin tasfiyesini, piyasanın toplumsal, insani sonuçlarına bakmadan temizlenmesini gerektiriyordu. Ancak siyasetin mantığı egemen oldu. Başta ABD merkez ban-kası olmak üzere büyük merkez bankaları, hızla fazileri düşürdüler, piyasalara yaklaşık toplam 15 trilyon dolar enjekte et-tiler. Mali çöküş, resesyonun depresyona dönmesi, ama piyasaların da temizlenmesi engellendi.
Böylece, ekonomik büyüme açısından 2008 öncesi döneme dönülemediği gibi, kapitalizmin merkez ekonomileri, 10 yıllık bir düşük büyüme trendi ile yetinmek zorunda kaldı. Bu dönemde toplam küresel borç 250 trilyon dolara ulaşarak 2007’deki düzeyi yüzde 75 oranında aştı. Borca dayalı büyüme eğilimi (kapitalizmin yapısal krizi) değişmediği gibi güçlenerek devam etti.
Özellikle finans sektörünü korumaya yönelik uygulamalar, merkez bankalarının bilançolarını, kamu borçlarını şişirdi, yeni bir mali krizde müdahale olanaklarını, manevra alanlarını tüketti.
Peki bu 15 trilyon (dünya hasılasının dörtte birinden fazla) dolar nereye gitti? Bu hafta Financial Times’da bir video blog “zenginlere gitti” diyordu. Milyonerlerin sayısı artmış. Bu saptamaya biraz daha yakından bakınca, müstehcen bir resimle karşılaşıyoruz.
Wikipedia’ya göre: 2008’de 1125 milyarderin toplam varlığı 4.4 trilyon dolarmış. 2018’de milyarderlerin sayısı 2754’e, servetleriyse 9.2 trilyona ulaşmış. CreditSuisse’in 2010’da yayımlamaya başladığı Küresel Servet Raporu’nun bulguları da çarpıcı: 2010 yılında, toplam hane halkının gelir piramidinin en üst dilimindeki yüzde 8’i, 154 trilyon dolarla, toplam servetin yüzde 79.7’sine sahipmiş. Bu oranlar 2017 yılında yüzde 8.6’ya ve 239 trilyon dolara, yüzde 85.6’ya yükselmiş. Serveti 10.000 doların altında olan, en alt dilim 2010’da toplam hane halkının yüzde 68.4’ünü oluşturuyor, 8.2 trilyon dolarla toplam servetin yüzde 4.2’sine sahip görünüyor. Bu kesimin toplam hane halkı içindeki oranı, 2017’de yüzde 70’e yükselirken, servetten aldıkları pay, 7.6 trilyon ile ve yüzde 2.7’e gerilemiş.
Kısacası, son 10 yılda, ekonomiyi kurtarmak adına, toplumun “kaymak tabakasına” servet transfer edildi. En düşük gelirliler, toplumun ekonomik olarak en zayıf kesimi içine düşenlerin toplam nüfus içindeki payı artarken, küresel zenginlik içindeki payı azaldı: Krizde en zenginler daha zengin oldu, en yoksullar daha da yoksullaştı. Böylece serbest piyasa, rekabet eşitliği, verimsiz olan batar söyleminin nasıl bir yalan olduğu, ekonomik yasaların değil, sınıf egemenliğinin ekonomik modeli belirlediği de ortaya çıktı.
Bu fiyaskonun siyasi sonuçları olması kaçınılmazdı. Değişenleri irdelemeye, “popülizm” ve Çin’in yükselişiyle devam edeceğim. (16 Eylül 2018)
**
Pazartesi günü, finansal krizden bu yana geçen 10 yılda “değişmeyen şeyler” üzerinde durmuştum. Bunlar esas olarak ekonomik dinamiklere ilişkindi. Bu yazıda değişen, gelecek krizi yönetmeyi, öncekine göre çok daha zorlaştıracak olan “değişen şeyler” üzerinde duracağım. Bunlar siyasi dinamiklere ilişkin. Kısaca sıralarsam, (1) “popülizm” olarak tanımlanan, kitlelerin öfkesinin siyasete geri dönüşü. (2) Çin’in ekonomik ve siyasi bir güç olarak yükselişi. (3) Büyük güçler arası, ekonomik ve siyasi rekabetin artmasına paralel, küresel çapta işbirliği olanaklarının azalması.
Funke, Schularick ve Telebesch’in (European Economic Review, No 8, 2016) çalışmalarında gösterdikleri gibi kapitalizmin tarihinde finansal krizler ile kitlelerin tepkilerinin, buna bağlı olarak “popülist” partilerin, yükselmesi arasında güçlü bir korelasyon var. Çalışma, 1870 – 2014 arsındaki dönemde 20 gelişmiş ülkede yaşanan 100’den fazla finansal krize bakmış; bu krizlerin, sanayi krizlerinden, ekonomik daralmalardan çok daha güçlü siyasi sonuçlar yarattığını saptamış. Merkez partileri zayıflıyor, siyasette parçalanmışlık artıyor. İşsizlik yoksulluk hızla artarken, finansal kriz beraberinde banka kurtarmalarını da getirdiğinden, “yönetici sınıfın” önceliklerini teşhir ediyor. Kitleler yalnızca ekonomiyi yönetenleri beceriksizlikle suçlamakla kalmıyor, egemen ekonomik modeli de sorgulamaya başlıyor.
En son finansal krizin, ABD ve Avrupa merkezli olmakla birlikte hızla küreselleşmesi, önceki paragrafta aktardığım dinamikleri güçlendirdi. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, banka kurtarmalarının boyutlarının, bankaları batıran yöneticilerin, kendilerine verdikleri milyonlarca dolarlık ikramiyelerin bilgisinin halkın arasında hızla yayılmasına olanak sağladı, siyasi ve ekonomik liderliklerin güvenilirliğini ayaklar altına aldı. Bu gelişmelerin üzerine bir de sığınmacılar krizi eklenince, ABD ve Avrupa’da, liberal demokrasiyi, neo-liberal küreselleşmeyi savunan merkez partileri gerilemesi, küreselleşmeye, liberal demokrasiye karşı bir taraftan yabancı düşmanı ırkçı faşist akımların, diğer taraftan, İspanya’da Podemos hareketi, Fransa’da Melanchon, İngiltere’de Corbyn, ABD’de Sanders gibi politikacıların yükselmesi hızlandı. Sığınmacılar kriziyle, 2008 finansal krizinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki, yıkıcı ekonomik, siyasi, kültürel etkileri arasında güçlü bir nedensellik ilişkisi vardı.
Finansal kriz, ABD liderliğinde kurulmuş ekonomik modelin -neoliberalizmin- artık bir kriz yönetim biçimi olarak tükendiğini gösteriyordu. Gerçekten de o zaman İngiltere maliye bakanı olan Alistair Darling, “Hayatım boyunca, dinlediğim devlet müdahalesi, kamu mülkiyeti aptallıktır, serbest piyasanın alternatifi yoktur nutuklarını atanlar, şimdi benden bu s..tiğimin bankalarını devletleştirmemi istiyorlar” diyecekti (Rawnsley, Observer, 16/09/18).
ABD-AB’de neoliberal kriz yönetim modelinin tükenmesi, ona eşlik eden liberal demokrasi modeline yönelik eleştirileri kolaylaştırıyor, devlet kapitalizmine, devlet müdahalesine dayalı otoriter seçeneklerin cazibesini arttırıyordu. Bu bağlamda, Çin’in güçlü ekonomik büyüme temposu, teknolojik gelişme hızı, farklı bir kapitalist ekonomik modelin de olabileceğine işaret ediyordu.
Dünya ticaretinde, kredi piyasalarında hızlı bir daralma yaşanırken Çin ekonomisi, önemli bir ihracat pazarı, ithalat gücü olarak yılda yüzde 6+ oranında büyümeye devam etti. Çin, hazinesindeki 2 trilyon dolardan fazla rezervlerle, krizden korunmak amacıyla 550 milyar dolar harcayabildi, sermaye ihracı yoluyla, uygun koşullarda verdiği kredilerle Afrika’dan Avrupa’ya siyasi-ekonomik etkisini artırdı. Çin, Pekin’den Madrid’e uzanan bir bölgeyi ekonomik olarak canlandırmaya aday “Tek Yol ve Tek Kuşak” projesiyle, bunu destekleyecek yeni bir yatırım bankasıyla, ekonomik ve siyasi çekim merkezi olarak yükselmeye başladı.
Kısacası ABD ve Avrupa’da yerleşik neoliberal mutabakat bozuldu. Merkez partileri zayıflarken siyasi iklim hızla değişmeye başladı. Küresel düzeyde, yükselen güçler neoliberal/liberal demokratik mutabakatın dışına çıkıyor, ABD eliyle kurulmuş küresel yönetişim modelini sorguluyorlar. Bu zeminde gündeme gelen ticaret savaşları, yeni bir finansal krizin bir öncekinden çok farklı, daha sert ve siyasi çatışmalar da içerecek bir ortamda yaşanacağını düşündürüyor.
Kaynak: Cumhuriyet
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…