Prof. Dr. Ayhan Aktar*

Ülkemizde her yıl mart ve nisan ayları ‘hamaset ve kahramanlık’ rüzgarlarının estiği zamanlardır. AK Parti hükümeti tarafından yayımlanan bir yönetmelikle 18 Mart günü ‘Şehitler Günü’ olarak belirlenmiş ve 2003’ten bu yana yurt çapında resmî törenlerle anılmaya başlamıştır. Nisan ayında ise İngiliz, ANZAC ve Fransız birliklerinin 25 Nisan 1915’te başlattığı kara harekatı ve buna karşı Gelibolu Yarımadası’nı savunan Osmanlı ordusunun gösterdiği direnç ve kahramanlıklar anılır/kutlanır. Her yıl 25 Nisan günü hava aydınlanmadan Anzak Koyu’nda yapılan ‘şafak ayini’ törenlere katılan Avustralya ve Yeni Zelanda (ANZAC) temsilcileri, veya ‘eski düşmanlar’la röportajlar yapılır.

‘Çanakkale’ye abide yapılsın’ kampanyası

Fotoğraflar: Şehitler belgeseli

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve özellikle 25 Nisan 1915’te Anzak birliklerini 261 rakımlı tepe civarında durduran 19’uncu Piyade Tümeni Komutanı Mustafa Kemal’in sağlığında, Çanakkale muharebelerinin resmi törenlerle kutlanması pek âdetten değildi. Hatta Avustralya’dan gelen bir resmî heyetin yarımadayı ziyaret ettiği 1934’e kadar, Ankara hükümetinin Çanakkale savaşlarının anılması konusunda ciddi bir girişimi bile olmamıştır. Bu arada, 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın 128-136’ncı maddeleriyle Ankara hükümetinin Çanakkale’de savaşan ve hayatını kaybeden İngiliz ve Fransız askerleri için mezarlıklar yapılmasına, bunların bakımı ve korunması konusunda yetki ve imtiyaz verdiğini de hatırlatalım. Zaten daha 1919’dan itibaren İngiliz, Fransız ve ANZAC subayları Gelibolu Yarımadası’nda yapılacak mezarlık ve anıtların yerlerinin belirlemiş ve bunları inşa etmeye başlamıştı. Anıt ve mezarlıkların bakımı, bekçilerin ve bahçıvanların maaşlarının ödenmesi işleri o tarihten bu yana ‘Britanya Milletler Topluluğu Harp Mezarlıkları Komisyonu’ tarafından yapılmakta. 2014’te vizyona giren Avustralyalı ünlü aktör Russell Crowe’un yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği, ayrıca Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın da yer aldığı ‘Son Umut’ isimli film, bu çalışmalar sırasında Avustralya’dan yola çıkıp savaştan geri dönmeyen oğullarının peşine düşen bir babanın hazin hikayesini anlatır.

1920’lerden itibaren önce yerleri belirlenen ve sonra inşa edilen bu anıtların/mezarlıkların varlığı Nihal Atsız gibi aşırı milliyetçiler için eziklik ve haset kaynağı olmuştur. 1920’lerin sonlarından itibaren bu çevrelerin başlattığı ‘Çanakkale’ye abide yapılsın’ kampanyası sürdürülmüş, fakat Eski Hisarlık tepedeki anıt ancak 1960’da tamamlanabilmiştir. Dört sütun üzerinde kurulu ve 41 metre yüksekliğindeki ‘Çanakkale Şehitler Abidesi’her yıl 18 Mart ve 25 Nisan’da kullanılan resmi tören alanının ucundadır.

Dikkat edilirse bütün bu gelişmeler devlet düzeyinde gerçekleşmiş, ortalama vatandaşımızın ise Çanakkale savaşlarına ilgisi sınırlı kalmıştır. 1936 yılına kadar askerden arındırılmış bölge olan Gelibolu Yarımadası daha sonra hurdacıların istilasına uğramış, arazideki savaş artığı olan bakır mermi kovanları, kurşun ve şarapnel parçaları toplanarak satılmıştır. 1960’larda batık düşman zırhlıları da ‘harp ganimeti’ olarak kabul edilmiş ve batıklardan hurda metal (bronz, bakır, sarı, kurşun vs.) çıkarmak amacıyla dalışlar teşvik edilmiştir. Dalgıçların çıkardığı hurdanın piyasa değerinin yüzde 26’sı Maliye’ye vergi olarak ödenmiştir.

Gelibolu Yarımadası savaş alanı özelliklerini kaybetti

1990 yılına kadar Gelibolu Yarımadası yılda sadece birkaç bin kişinin ziyaret ettiği bir yer olarak kalmıştır. Ancak Çanakkale savaşlarının 75’inci yılı anma törenlerine Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yanı sıra, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve Avustralya Başbakanı Bob Hawke’ın katılması, dış dünyada Anzak şafak ayinlerine ilgiyi artırırken, aynı zamanda yerli gezginlerin de ilgisini çekmeye başlamıştır. 1992’de müttefik mezarlıklarına nazire olarak 57’nci Alay Şehitliği inşa edilmiştir. Laf aramızda, araziyi iyi bilen askeri tarihçiler o alanda fiilen gömülü Osmanlı şehidi olmadığını söylemektedir! İlginçtir, 2004’te Bomba Sırtı (Quinn’s Post) gibi yüzlerce Osmanlı şehidinin yattığı alandaki siperlerin üzeri betonlanarak otopark yapılmıştır! 2014’e kadar yarımada Orman Bakanlığı’na bağlı olduğu için ormancılar akla gelen her yere ağaç dikmiş ve Osmanlı siperleri toprakla dolarak artık görünmez olmuştur. Kısacası, bir yandan yağmur, sel rüzgar gibi doğal afetler ve diğer yandan da devlet eliyle yapılan tahribat sayesinde Gelibolu Yarımadası savaş alanı özelliklerini kaybetmiştir.

2000 yılından itibaren – AKP’nin içinden çıktığı – Refah Partili belediyelerin başlattığı turlarla, geceden otobüslere doldurulan vatandaşlar Çanakkale savaş alanlarına götürülmeye başlamıştır. Bu bedava turlara katılanlara rehberler tarafından ‘İslami hassasiyeti yüksek’ bir savaş anlatısı sunulmaktadır. ‘Peygamber Efendimiz’ ile başlayan, ‘gökten inen beyaz bulutun İngiliz Norfolk taburunu yok etmesi’ ile dramatik dozu yükselen ve ‘top mermilerini havada yakalayan İslam evliyaları’ ile devam eden bu anlatının esası ölümü ve şehitliği kutsamasıdır. Bu hikayenin özü şudur: ‘Atalarımız aç açına, kırık buğday çorbası ve kuru ekmek yiyerek savaştılar. Kendilerini din ve devlet adına feda ettikleri için bu muharebe kazanılmıştır. Biz de onlara layık olmalı, gerektiğinde kendimizi savaş meydanlarında feda etmeliyiz!’

AK Partili belediyelerin başlattığı bu ‘seferberlik ruhu’ tabii ki hemen diğer cenahta karşılığını bulmuş, İslamcı/cihatçı anlatının karşısına daha 1930’larda biçimlenen Kemalist/milliyetçi anlatı dikilmiştir. Laik, Beyaz Türklerin yaşadığı yerleşimleri yöneten CHP’li belediyelerinin düzenlediği turlarda ise, Mustafa Kemal’in merkeze yerleştirildiği ‘öteki’ savaş anlatısının ziyaretçilere sunulduğunu gözlemliyoruz. İki koldan ilerleyen bu seferberliğin sonucunda 2015 yılında yaklaşık 2 milyon kişi Gelibolu Yarımadası’nı ziyaret etmiştir. Maalesef, siyaset dünyamızda egemen olan kutuplaşma, Çanakkale’de savaş anlatıları düzeyinde tekrarlanmaktadır. Son günlerde devletin tepesinden gelen bazı talimatlar sonucunda savaş alanlarına (başta Anafartalar olmak üzere) duble yollar ve yeni anıtlar inşa etmek amacıyla projeler geliştirilmektedir. Söylentilere göre hedef, Çanakkale’deki köprünün de tamamlanması ile yılda 5 milyon kişinin savaş alanlarını ziyaret etmesinin alt yapısını hazırlamaktır.

Bu yazıyı yazmaya, 12 Nisan akşamı İstanbul Festivali bünyesinde gösterilen Köken Ergun’un Heroes – Şehitler isimli belgeselini seyrettikten sonra karar verdim. Avustralya Savaş Müzesi (AWM) tarafından finansmanı sağlanan belgeselin hazırlıkları ve çekimi iki yıl sürmüş. Film, 25 Nisan’da Gelibolu Yarımadası’nda yapılan kutlamaları iki yönden ele alıyor. Bir yandan şafak ayinine katılan Anzak’ları çeken yönetmen, ayinden sonra onların tıpkı 1915’de olduğu gibi dik yokuşu tırmanarak Kanlı Sırt’taki (Long Pine) Avustralya anıtına ve daha sonra da Conk Bayırı’ndaki Yeni Zelanda anıtına yürüyüşlerini ve oradaki törenleri anlatıyor. Tabii ki bu yürüyüşün de bir tür ‘hac ziyareti’ olduğu açıktır. Ama dini içeriği olmayan, ümmetçi ve cihatçı anlayıştan uzak ‘medeni’ (civic) özellikleri ağır basan bir ziyarettir.

‘Dedeciğim ben geldim’

Köken Ergun, aynı gün Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından düzenlenen ‘57’nci Alay Çanakkale Vefa Yürüyüşü’nü de çekmiş. 25 Nisan 1915 sabahı, 19’uncu Tümen Komutanı, Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in inisiyatif kullanarak 57’nci Alay’ı Conk Bayırı’na doğru harp meydanına sürdüğünü biliyoruz. 57’nci Alay’ı taklit eden ve sırtlarına kırmızı renkli ‘Dedeciğim ben geldim’ yelekleri giymiş binlerce genç Kocadere köyündeki kamp tesislerinden alacakaranlıkta verilen salâ, alınan abdestler sonrasında yola çıkarak ve kafalarına kınalar sürülerek yokuşu tırmanmaya başlıyorlar. Yürürken ‘Allah-ü Ekber’ naraları atarak sanki ‘küffar üzerine’ sefere gidiyorlar.

Köken Ergun’un filminin en başarılı yönü, bence Türk milliyetçiliğinin ilkokul müsameresi tadındaki sulu sepken duygusallık boyutunu çok iyi yakalamış olması. 1960’ların Yeşilçam filmlerinde de egemen olan sulu sepken milliyetçilik Çanakkale ruhunu canlandırmak adına yeniden piyasaya sürülmekte. AK Parti hükümeti, 2014 yılında savaş alanlarının yönetimi Orman Bakanlığı’ndan almış ve yeni kurulan ‘Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’na vermiştir. Bu aslında doğru bir karar, ama bu kararla ‘müsamere tipi’ alaturka milliyetçiğinin kurumsal altyapısı da oluşturulmuştur. Örneğin, Alan Başkanlığı’nın finanse ettiği ‘Çanakkale Ruhu Tiyatro Gösterileri’ grubunun Seyit Onbaşı müsameresinin Rumeli Mecidiye tabyasındaki sergilenişi bence belgeselin en çarpıcı bölümlerinden birini oluşturuyor. Son yıllarda, halk edebiyatı kahramanı Battal Gazi seviyesine yükselen Seyit Onbaşı’nın mermi yükleme mekanizması tahrip olan 240 mm’lik topun mermisini sırtına alarak topa yüklemesi canlandırılıyor. Bu müsamere anlatılamaz, görmek lazım.

Bu arada akla gelen bazı sorular var tabii:

1. Acaba, Seyit Onbaşı’nın bir komutanı yok muydu?

2. Namlu uzunluğu yaklaşık 7 metre olan 240 mm/L35’lik topu, Seyit Onbaşı av tüfeği ile bıldırcın avlar gibi nişan alıp mı ateşlemiş acaba?

3. Kendisine Bouvet zırhlısını batıran atışın koordinatlarını kim vermiş? Her ne kadar, topun yanına bir Osmanlı zabiti heykeli dikilmiş ama Rumeli Mecidiye Tabyası Komutanı Manastırlı Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey savaş sırasında topun tepesinde değil, telefonla koordinatların verildiği arka sırttaki Goncasu atış idare merkezinde bulunuyordu.

4. Eğer Rumeli Mecidiye’den yapılan atışla Bouvet zırhlısı battı ise, neden hâlâ bu zırhlının Nusret’in döşediği mayınlara çarpıp battığı ballandırılarak anlatılmaktadır?

Bu tip soruları sorduğunuz zaman yaşananları ‘doğru anlatmak’ gibi bir kaygınız olduğu anlaşılır. Evet, Seyit Onbaşı bir kahramandır, ama onun hikayesinin diğer kahramanları perdelemesine ve savaşın korkunçluğunun bir müsamere duygusallığı içinde arabeskleşmesine izin vermemek gerekir. Peki, bugün Çanakkale savaş alanlarını gezen, orada bir tiyatro skeci oynar gibi savaşı anlatan tur rehberlerini dinleyen ve filmde gösterildiği gibi göz yaşları döken halkımız için bu ziyaretin anlamı nedir? Aslında cevap basit: Organize turların, tiyatro performansı yapar gibi savaşı anlatan rehberlerin, Çanakkale ruhu tiyatro müsamerelerinin, hediyelik eşya dükkanlarında satılan Seyit Onbaşı biblolarının amacı Çanakkale savaşının toplumsal hafızadaki izdüşümünü İslamcı/cihatçı veya Kemalist/milliyetçi anlayışa göre şekillendirmektir. Çanakkale’de artık milliyetçilik ortak paydasında sürdürülen ‘hafıza savaşları’ yapılmaktadır. Kitlelere sunulan bu çarpık ‘toplumsal hafıza’ ise, düzgün ve şehitlere saygılı bir tarihin düşmanıdır. Köken Ergun’un belgeselinde, toplumsal hafızayı şekillendirmek için kullanılan sulu sepken arabesk anlatıların, aslında tarihi nasıl ezip geçtiğini izliyorsunuz. Milliyetçiliğin asidinin her şeyin içini kemirdiği bu dönemde, Köken Ergun’un filmi bu çözülmenin olduğu gibi resmini çekerek gelecek nesillere tarihi belge niteliğinde bir film bırakıyor. İzlemenizi tavsiye ederim, kaçırmayın.

Heroes – Şehitler belgeseli, SALT Beyoğlu gösterim programı: 26 Nisan (19.00), 27 Nisan (15.00), 28 Nisan (15.00).

*İstanbul Bilgi Üniversitesi

Kaynak: Diken

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…