Özgür Denizli

Aşkın direngen düzlemi – Fuat Ercan

Aşkın direngen düzlemi                  (Aşk Üzerine Notlar) 

 

 

 

 

i-) Ariadne’in ipi

Aşk üzerine yazılan erken dönem metinlerinden kabul edilen Platon’un Şölen’in de Eryksimakhos; ’“Tuhaf değil mi” diye başlar sözüne ve devamla; “Şairler şu Tanrı, bu Tanrı için hymnoslar, paianlar yazmışlar da, bunca ünlü şairlerden biri çıkıp, Eros üstüne, bu kadar eski bu kadar önemli bir Tanrı üstüne tek bir övgü yazmamış. …Eros’un Sevgi’nin şanına layık bir övgü yazmaya kimsenin eli varmamış” diye devam eder. (Platon, Şölen, s:11) Kimsenin eli varmadığı aşk üzerine yazmak zor. Bu zorluğu beki de en çok Ariadne ile Thesus’un öyküsü/ilişkisinde görebiliriz. Aşk bir labirent gibidir. İçine alır ve yolunu kaybettirir. İşte A.Gide’in Thesus romanında anlattığı sadece Ariadne ile Thesus’un aşkı değil, aşkın bir labirent vari işleyişidir. Ariadne dile getirir; “Şimdi dinle Thesus ve tavsiyelerimi aklından çıkarma. Minotauros’u kolayca yeneceğine şüphe yok, çünkü doğrusunu istersen, sanıldığı kadar korkunç değil. … Labirente giriş kolay. Çıkması bir dert. Oraya girip de kaybolmayan yok.” (Gide, Thesus, s;47). Ariadne sevgilisine bir ip verir ve labirentte kaybolmamasını sağlar ve canavarı öldürür, ama Ariadne’yi Theseus kaçırdığı Naksos adasında uyurken bırakıp kaçacaktır. Ariadne’in ise ipi yoktur. Zeki Demirkubuz Kader ve Masumiyet filminde o labirente giriş sancısını ne güzel anlatır;

“Birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişim ki seni…” (Zeki Demirkubuz, Kader,2006). Ariadne’in ipi yoksa aşk bazen tamamen kaybolma ve boyun eğme ile sonuçlanır; “Oraya girip de kaybolmayan yok.” “Oğlum Bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte. (Zeki Demirkubuz / Masumiyet 1997)

ii-)Aşkın direngen düzlemi

“Başkası için ölmek! Bunu yalnız sevenler yapabilir

(Platon, Şölen, s:14).

O zaman aşk neydi, sevgi neydi sorusunu yeniden sormamız gerekiyor. Şölen metnin de verilen Alkestis örneği aslında zor olanın kaynaklarına dair ipucu veriyor;

“Başkası için ölmek! Bunu yalnız sevenler yapabilir, erkekler değil yalnız, kadınlar bile. Pelis’in kızı Alkestis Yunanlılara bu örneği vardı: Kocası için ölmeyi bir o göze aldı, oysaki anası da vardı babası da. Ama Sevgi kadına   öyle bir yürek verdi ki, onun yanında ana baba oğulları yanında birer yabancı gibi kaldı. Yalnız insanlar değil, Tanrılar bile şaştı.” (Platon, Şölen, s:14).

Sadece insanları değil tanrıları da şaşırtan ne idi. Alkestis’in sevgisi mi, sevgisini yönelttiği kocası Admetos mu? yoksa öyküde aslında Admetos’tan canını isteyen Tanrı Apollon’a karşı bir çıkış mı? Metin de Sokrates’in karşı çıkacağı şu cevap önemli;

“Tanrıların hoşlandıkları, hayran oldukları şey, sevenin sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene bağlayan sevgidir” (Platon, Şölen, s:14).

Cevap aşkla ilgili kuracağım çerçeve için önemli. Her ne kadar cevap sevgiyi, işaret ederek aşkı romantize etse de cevabı önemli kılan iki önemli değişken var;

-aşkın taraflar arasında bir ilişki olduğunu,

-aşkın direngen bir düzlemi içerdiğini göstermesi.

Bu iki düzlemin iç içe geçtiği ve bize aşkı-sevgiyi anlatan son dönem direngen ama hüzünlü duyguyu hatırlatan metin-gerçeği hatırlatıyor;

 “Sevdiğim, Esram;

Biliyorduk belki de uzun bir süre ayrı kalacağız, büyük ihtimalle beni tutuklayacaklar ve benim sana son dokunuşum olacaktı. Türkülerin ne güzel, sesin ne güzel. Polisler eve girdiğinde marşlar söyleyişin kulaklarımda hala. Beni savunuşun, seni götürmeye çalışırlarken onlardan kurtulup tekrar beni tutuşun ve kararlılığın ve direngenliğin ve sevgin ne güzel. Beni seviyormuşsun, açlık grevinde olmana rağmen hiç durmadan koşuşturuyormuşsun. Biliyorum direngensin, atılgansın; ama açlık grevinde olduğunu unutmadan kendine dikkat et ve ihtiyaçlarını aksatma, enerjini idareleri kullan.” (Semih’in Esra’ya Mektubu)

“Sevdiğim Esram” diye başlayan Semih’in mektubu, sevgi / aşk üzerine yazma çabamızın merkezine yerleşti. Yazılması zor olan aşk/sevgi duygusunu, yaşadıkları direngenlikle duyumsamamızı ve düşünmemizin önünü açtılar. Atıf Yılmaz’ın Cengiz Aytmatov’un romanından uyarladığı Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) filminde belleklerimiz de yer eden soru ve cevabı hatırlıyoruz;

“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti”

ve ama sevginin emek olduğu ve emeğin bileşenlerden birinin de direnmek olduğunu söyleyebiliriz.

Esra ile Semih arasındaki sevgi /aşk direngenliği Julius Fuçik ile Gusto Fuçikova’nın öyküsünü hatırlattı. Geç çocukluk yıllarıma ait N.Behram’ın Darağacından Notlar’dan sonra en çok etkilendiğim

Darağacından Röportaj adlı kitap idi. Darağacından Notlar’ı Yar Yayınevinden okumuştum. Direnç ve sevgi derken Yar Yayınevinin emekçisi, tutkulusu Osman Yeşil abiyi anmak isterim. emeği olan

Kitap Fuçik’in Nazilerin elinde iken hücrede gizlice yazılmıştı.

Can Dündar bu ilişkiyi Aşk Direnmektir diye anlatır. Hücrede iken sevgililer gününde yazar Can Dündar ve yazısına Gustina ile Fuçik’in direngen aşklarını davet eder.

‘Bir daha görüşene dek hoşça kal, aşkım benim! (j.Fuçik)

 Julius Fuçik anti-faşist mücadelesi sırasında Gestapo tarafından tutuklanır (1942 yılında) ve işkencelere maruz kaldıktan sonra Berlin’de Nazi mahkemesi tarafından idama mahkûm edilir (1943). Fuçik’in sevgilisi Gustina aynı cezaevinde   tutuklu idi. Cezaevinde bir kez görüşme fırsatı bulacaklardı. “Fuçik’in notlarına bu görüşme anının son saatleri şöyle yansımış; “Ama veda etmemize, sarılmamıza, hatta el sıkmamıza bile izin vermediler. Ancak, Pankrats ile Karlova Alanı arasında haberleşebilen hapishane komünü Bize ara sıra alınyazılarımıza ilişkin haberler iletiyor. Gustina, sen de ben de birbirimizi herhalde bir daha hiç göremeyeceğimizi biliyoruz. Ama gene de uzaktan sesini işitiyorum: ‘Bir daha görüşene dek hoşça kal, aşkım benim!’… ‘Bir daha görüşene dek, Gustina’m.’ (www.radikal.com.tr/kitap/teslim-olmamak-1000306/) A. Ömer Türkeş Teslim Olmamak başlıklı yazısında “Hitler Almanya’sının 1945 Mayıs’ındaki yenilgisinden sonra, faşistlerin öldürecek kadar işkence etmeye zaman bulamadıkları tutuklular salıverilene kadar” der ve Gustina’ın salıverildiğini söyler. Gustina çaresizce kocasını ararken A. Kolinski adlı Fuçik’in, Prag’da Pankrats Hapishanesi’ndeyken notlarını yazması için içeriye gizlice kağıt-kalem sokmuş, yazılı kâğıtları tek tek dışarı kaçıran gardiyanla tanışır. “Gustina’nın gayretiyle Fuçik’in yoldaşları numaralanmış olan sayfaları teker teker bulup ortaya çıkartırlar. Julius Fuçik’in kitabı tamamlanmıştır; Darağacından Notlar. Fuçik’in Darağacından Notlar’ı “yaşama sevinci ve geleceğe duyduğu umutla ışıldıyor. Türkeş notları haklı olarak “faşizme esir düşen ama teslim olmayan bir adamın kendisinden sonraki kuşaklara miras bıraktığı direniş destanına dönüşen ‘Notlar’ı gerçek anlamıyla bir yaşam kılavuzu olarak tanımlıyor, ama notlarda konumuzla ilgili direngen aşkı da buluyoruz;

“Gusta ha? Anlatayım da tanıyın onu.

Sıkıyönetim sırasındaydı. Geçen Haziran’ın ortalarına doğru. Tutuklanmamızdan altı hafta geçmişti. O arada ne acı günler geçirmiştik. Gusta hücresinde benim ölümüme ilişkin çıkan haberlerle perişan olmuştu. İşte o gün, tutuklanmamızdan altı hafta sonra ilk kez görüyordum Gusta’yı. Gestopa onu beni, beni yola getirsin diye çağırmıştı. Yumuşatsın diye.” (Fuçik;1995, Darağacından Notlar, s; 40, Yar Yayınları).”

“Hapishane yöneticisi, karşımdakai Gusta’ya: <<Söyleyin de aklını başına toplasın şu!>> diyordu. <<Hadi kendini düşündüğü yok, sizi düşünsün bari. Artık yine dik kafalık ederse, ikiniz de kurşuna dizileceksiniz bu akşam.>> Gusta okşar gibi baktı bana. Bütün karşlığı şu oldu.

“Böyle konuşmakla gözdağı verdiğinizi sanmayın

bana bay komiser.

En büyük dileğim bu zaten.

Eğer onu kurşuna dizerseniz, beni de dizin tabi”

İşte buydu Gusta! Sevgi dolu, güç dolu bir yürek. Bizim canımızı alabilirler onlar, değil mi Gusta! Ama onurumuzu, yüreğimizdeki sevgiyi alamazlar. Ah canlar, dostlar, bütün bu dertlerden, acılardan sonra yen, baştan kavuşsaydık onunla birbirimize nasıl bir hayat yaşayacağımızı düşünebiliyor musunuz?” (Fuçik;1995,Darağacından Notlar, s; 40, Yar Yayınları).A. Ömer Türkeş o kadar güzel ifade etmiş ki Notlar; “Fuçik. Faşizmin kurbanı değil, yargıcıydı. Tıpkı, sonraki yıllarda faşist diktatörlüklerin işkence hane ve zindanlarında benzer insanlık dışı uygulamaları göğüsleyecek Şilili, Arjantinli, Yunanlı, İranlı, Türkiyeli gençler gibi.”

“Onlar ümidin, akar suyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayata düşman” oldukları için sevmeye , aşka, aşk ile bağlanmaya düşmanlar. Dündar’ın yazısında hatırlattığı diğer bir direngenlik/ yaşanmışlık Ethel ve Julius Rosenberg’ler apansız aklımıza geliyor. M.C.Anday ne kadar güzel ifade eder aşklarının direngenliğini;

“Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan

Öpüşürken bu dalgınlık bundan

Tel örgünün deliğinde buluşan

Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm

Kahramanlıklar okudum tarihte

Çağımıza yakışan vakur, sade

Davranışınız geliyor aklıma.”

https://www.youtube.com/watch?v=gfChhfqc1Ao

Soğuk savaşın açığa çıkarttığı McCarthy’ciliğe göre sağcı olmayan herkes komünistti, vatan haini ve casustu. Truman Hükümeti yaptığı haksızlığa karşı yükselen tepkileri görünce Rosenbergler’le pazarlık yapmaya girişti; ‘Suçlarınızı itiraf edin 30 yıl hapis cezasıyla kurtulursunuz.’ Cevap ‘hayır’ oldu. Bir teklif daha Ethel Rosenberg’e geldi: “Kocanın suçlu olduğunu itiraf et, seni hemen serbest bırakalım!” Ethel bu iğrenç öneriyi hiç düşünmeden reddetti.

Ve o son an, son gece: Başkan Truman hattın öbür ucunda” dedi Bakan Carroll; “Suçlu olduğunuzu itiraf ederseniz affedileceksiniz ve çocuklarınıza kavuşacaksınız…”

Ethel Rosenberg onun gözlerinin içine bakarak şu tarihi yanıtı verdi:

“Ya dışarıdakiler? Suçsuzluğumuza inanan onca insan… Onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Nasıl bakarız onların yüzlerine…”(İ.Çapa, Rosenbergeler Ölmemeli)

“Öyleyse kurulu düzeni destekleyelim ve hiçbir zaman kadına yenilmeyelim

Esra, Gustina, Ethel ve Dilek direngen kadınlar ve aşkları Sofokles’in Antigone Tragedyasını çağrıştırdı. İktidara Kral Kreon’a karşı duran direngen kadın, sadece krala karşı duruş sergilemez. Çünkü Kreon kurulu düzen derken sevgi-aşk ve kadına karşı oluşu da dile getirir.

“KREON

Kadının verdiği geçici zevklere aldanıp

Akıl yolundan şaşma, oğlum.

Öyleyse kurulu düzeni destekleyelim

ve hiçbir zaman kadına yenilmeyelim.”

Tragedya sevginin farklı biçimleri ile iktidar arasındaki çoklu düzeyi ele verecek nitelikte. Direngenlik varsa, direnilecek bir de güç-iktidar odağı var. Tragedya da olayların başlatıcısı Kreon yani iktidarın Antigone’in kardeşi olan Polyneikes’in ölüsünün gömülmesini yasaklamış olmasıdır. Uzak zamanlar çok da uzak değil, a oğlunun kemiklerini gömmek için 88 gün açlık grevi yapan Kemal Gün aklımıza geliyor burada.

Antigone yasayı çiğneyen yasa koyucu olarak Kreon’a karşı gelir. Olaylar bundan sonra hızlanır ve Kreon sadece yasa koymaz, sevgi ve aşkları da öldürür. Yasalar aşkı öldürür. Antigone’yi ölüme yollarken, oğlu yani Antigone’in sevgilisi Haimon’un da ölümüne yol açar. Kral-baba oluşa sadece Antigone karşı gelmez, aynı zamanda oğlu Haimon’da karşı gelir;

“Haimon;

-Tek kişiyle devlet mi olurmuş, despotluk bu seninki.

Kreon;

-Devlet ona hâkim olanındır, anlaşıldı mı?”(Sophokles, Antigone),

Kral-baba yasanın aşk-sevgi üzerindeki egemenliği. Yasa koyucu olarak Polyneikes’i hain, düşman ilan etmiş Eteokles’i ise bir kahraman olarak tanımlamıştır. Tüm aşk-sevgiyi yok eden Kreon’un halkı ise sadece korkarak biat etmektedir. İşte bu aşamada aşk-sevgi dönüştürücü bir direngenliğe dönüşüyor. Aşk-sevgiyi yok eden iktidara Kreon’a karşı, direngen tavır öne çıkıyor. Kreon sonunda iktidarını kaybettiği gibi tüm sevdiklerini de kaybeder.

“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti, sevgi birlikte direnmekti.”

“Aşk; İki’nin sahnesi”

Aşk bir dizi açıklamaya kaynaklık edebilir, ama aşk her şeyden önce ilişki, ilişkilenmek dolayısıyla iletişimle ilgili. N.Luhmann’ın Aşk Üzerine çalışmasında iletişim mecrası kavramından hareketle aşkı analiz eder. Yani bir duygu ve bu duygunun psikolojik sistemi açısından bakmanın yanı sıra, sosyal sistem içindeki işleyişine bakar;

“Aşk gerçeğin evrensellik koşuluna sahip değildir; işte bu yüzden de aşk daha somut, daha yakın bir dünya gerçekleyebilir.” (N.Luhman, Aşk, s:14)

Badiou ilişkisel olanı, iletişimi iki bireyin tek bir bedende birleşmesi olarak ele alınamayacağını belirtir ve kabul edeceğimiz bir biçimde aşkı karşılaşma üzerinden zaman içinde bir kurma eylemliliği olarak tanımlar;

Aşk yalnızca iki birey arasındaki karşılaşma ve kapalı ilişkiler değildir, o bir kurma işlemidir, artık Bir’in değil, İki’nin bakış açısından bir yaşam oluşur. Ben buna “İki’nin sahnesi” diyorum.” (Badio, Aşk Üzerine, s 31)

İkinin sahne alışı çok da kolay olmaz. Gerçek aşkın dünyanın ve zamanın yarattığı engelleri kalıcı biçimde kimi zaman acı çekerek alt etmesi gerekiyor. Bu yüzden aşk her hali ile çatışma ve çelişki yüklüdür. Aşk evrensel olanı aşık olduğunuz/sevdiğiniz dolayında onun farklılığında görmektir. Girişte her ne kadar aşk üzerine söz söylemenin zor olduğunu söylesek bile N.Truong’un Badiou ile yaptığı söyleşide işaret edilen tanımı zor ama kabul edilebilir bulduğumuzu söylemek isteriz;

“Aşk beni göklere çıkarmaz, aşağı da çekmez. Varoluşsal bir öneridir o: Salt sağ kalma itkimden ya da iyice benimsenmiş çıkarımdan farklı bir yöne kayan bir bakış açısıyla, bir dünya kurmanın önerisidir. Burada “kurma” sözcüğünü “deneyim”in karşıtı olarak kullanıyorum. Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sarılı yeşilli çayırı, ağaçların gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan duran kara somaklı koyunları ve kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gördüğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu biliyorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir. Bunun nedeni sevgilimle benim o tek Özne’ye, aşkın Öznesi’ne katılmamızdır; bu özne o dünyanın yalnızca benim kişisel bakışımı dolduran şey olmaktansa meydana geleceği, doğacağı şekilde, dünyanın açılımını farkımızın prizmasından işler. Aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanıklık etme olasılığıdır. Kaldı ki bir çocuğun doğuşu da, aşkta gerçekleştiyse, bu olasılığın örneklerinden biridir. (A.Badiou ve N.Truong, 2011 Aşka Övgü, s;18)


“Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın”

Evrensel olana yöneldiği ölçüde, âşık olduğunuzda evrenseli yakalamayı onunla birlikte yaşama sevincini üretme anlamına gelir. Ama bu sevinç toplumsal olanla çatışır. Toplumsal olarak kodlanan bir iletişim biçimi olduğu ölçüde de sadece âşık olunan öteki ile değil, kendi kendinle de çatışırsın. Bu yüzden olsa gerek mitoloji ve öykülerde hep kendi içinde çelişkili iki duygu halini içerir aşk. Yaşama ve ölüm istenci. Kendini aştığında âşık olduğun sadece “o” değildir, toplumsal kodları ve dolayısıyla iktidar ilişkilerini sana taşıyandır, toplumsal kodları ve iktidarı taşıyandır. Bu yüzden gerçek aşk rutin olandan, genel geçer olandan farklılaşmayı içerir. Farklılaşma ise inat ve direngenlik gerektiriyor. Aşk sadece arzu ve cinselliğin işaret ettiği öteki değil genel bir aşk, her şeye karşı aşk ve aşkını savunma anlamına geliyor.

Aşkın toplumsal boyutunu Metin Erksan Sevmek Zamanı’nda birçok metinden daha iyi aktarır. Öteki ile bağlantı kurduğunda sen ve ötekini de içine alan toplumun tüm kodları ile üzerine abanır.

Halil: “Sen resmin değilsin ki. Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil, resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın…”

Halil ötekinin sadece öteki olmadığını, toplumun tüm kodları ile öteki üzerinden gelmezse bile, yine ötekinin varlığında etkisini hissettirecektir. Son sahne de toplumu temsil eden diğer erkek (aşık-toplum-iktidar) silahı ile aşka son verir.

Ama Badiou’ya katılarak tüm toplumsal engel ve iktidarın baskılarına rağmen; “Aşk inatçı bir serüvendir. Ve aşkı yeniden icat etmeliyiz. Şeylerin basitçe korunmasıyla savunma yapılamaz. Dünya gerçek anlamda yeniliklerle dolu, aşk da bu yenilenmenin içinde yerini almalı” (Badio, Aşk Üzerine).

Aşk direnmek, aşk cesaret etmek diye yaptığımız vurgular bir biz bir ben ifadesi olarak da anlaşılmasın. Gazeteciliğini aşk gibi direngen yaşayan Ahmet Şık, önce dışarıda, sonra içeride ve şimdi mecliste duruşu bu cesaret ifadesinin içini dolduruyor. Eksik olanı tamamlıyor. İçeride iken, içeriye yazdığı mektubunda Murat Uyurkulak ne güzel dile getirmiş;

“Ahmet kardeşim …Biz” kipinde konuşmaya burada son veriyorum, çünkü cesaretten söz edesim var. Ben cesur değilim, cesaretin herkesten beklenebilecek bir hususiyet olduğuna inanmıyorum, korkaklığın hesap sorulabilir bir zaaf olduğuna inanmadığım gibi. Ama cesaret karşısında hayranlık duymak iyidir. Cesaretin bana kuvvet ve ümit veriyor”(M.Uyurkulak’ın Ahmet Şık’a Mektubu).

 

 

 

 

 

 

 

Exit mobile version