**
Gülay Ateş
Onuncu yılını geride bırakmaya hazırlanan Gelenek Kitap Dizisi’nin temel iddialarından birisi, sosyalist hareketin mirasını en ileri unsurlarıyla geleceğe taşımak oldu. Siyasal mücadelemizi bu anlayışla ördük. Eğrisiyle-doğrusuyla sosyalist hareketin tarihini bir bütün olarak sahiplenirken hiç gocunmadık, sosyalizm mücadelesine hayatını adayan bütün devrimcileri, çizgisi ne olursa olsun, yoldaş bildik.
Kitap dizimizin bu sayısında portreler köşesinde, Türkiye İşçi Partisi’nin merkez yönetiminde, bütün çelişkilerine rağmen Türkiye’de sosyalist devrim savunusunun ilk öncülerinden olma onuru ile sosyalist devrimcilerin partiden tasfiyesine imza atmayı yarım yüzyıllık mücadelesine sığdıran Behice Boran’ı ele alıyoruz.
Behice Boran’ın mücadelesini TİP tarihinden ayrı ele almak mümkün değil. Bunun bir nedeni, Boran’ın yıllarca merkez yöneticilik ve 70-71, 75-80 döneminde genel başkanlık yapması.
Boran, aynı zamanda partinin siyasi liderlerinden ve teorisyenlerinin başlıcası. Sol içi polemiklerde bile TİP’e dönük eleştirilerin zaman zaman Boran’ın şahsına yöneldiğini görüyoruz.
Mehmet Ali Aybar ve Sadun Aren gibi, Behice Boran da akademisyen kökenden geliyor. 1939-1948 yılları arasında DTCF’de Sosyoloji Bölümü’nde doçent olarak çalışan Boran, Yurt ve Dünya, Adımlar ve Tan gazetesinde yazdığı yazılar gerekçe gösterilerek görevinden alınıyor. 1950’de Türk Barışseverler Cemiyeti’ni kuruyor ve derneğin başkanlığını yapıyor. Derneğin Kore’ye asker gönderilmesini eleştiren tutumu nedeniyle 1951 yılında 15 ay hapis cezası alıyor.
Behice Boran, TİP içerisindeki çalışmasında daha en başlardan itibaren belli bir ağırlığa sahip. 1964’te Merkez Yürütme Kurulu’na seçilen Boran, 60’lı yılların sonlarında Sadun Aren’le birlikte parti içi muhalefetin başını çekiyor ve 1970’te partinin 4. Kurultayı’nda Genel Başkan oluyor. 1971’de partinin kapatıldığı döneme kadar ve 1975-1980 TİP’inde Boran’ın parti politikaları üzerindeki belirleyiciliği oldukça fazla.
TİP tarihi çok sayıda çelişkili yaklaşımı içinde barındırıyor. Bir yanda “kapitalist olmayan kalkınma yolu” adı altında menşevizm, diğer yanda “Sosyalist Türkiye” sloganı; bir yanda sosyalist devrim savunusu, diğer yanda parlamenter yolla iktidara gelme beklentisi; bir yanda sosyalist devrimci Emek grubunun Aybar’ı tasfiye ederken geliştirdiği devrimci tavır, diğer yanda aşağı yukarı aynı ekibin 1978’te sosyalist devrimcileri partiden tasfiye etmesi; 80’lere doğru TKP ile koşulsuz birleşme taraftarı kadroların tasfiyesi, 80 sonrasında TİP-TKP birleşmesi… Behice Boran’ın siyasi yaklaşımlarının da bu çelişkili bütünden ayrı olduğunu söylemek mümkün değil.
TİP hakkında bugüne kadar çok şey söylenegeldi; “parlamentarist” ve “reformist” en çok karşılaşılan suçlamalardı. Bu eleştirileri ilk elde reddetmek pek mümkün değil. Gerçekten de TİP’in parlamenter yoldan iktidara gelme hesapları yaptığı doğru. Yine, devrimci dinamizmin sokağa taştığı dönemde, TİP’in bu dinamizmin gerisinde kaldığı inkar edilemez. Diğer yandan, solun diğer kesimleri devrimin öncülüğünü kışlada, kırda ararken, TİP, devrim sürecinde işçi sınıfının öncülüğünün altını çizen ve bu öncülüğün ideolojik ve fiili bütünlüğüne işaret eden ilk ve tek hareketti. Bunun yanı-sıra devrimci demokrasi nesnellikten kopuk öncülük teorileri geliştirirken TİP Türkiye devriminin yolunu bilimsel sosyalizmin ilkeleri ışığında tarif etmeye çalışıyordu.
Türkiye İşçi Partisi tarihine bakıldığında zaman zaman birbiriyle zıt savunuların aynı anda varolduğunu, ya da altına imzamızı atabileceğimiz analizlere rağmen akıl almaz perspektiflerin üretilebildiğini görüyoruz. Bazen, teoride söylenen ile pratiğin ciddi bir uyumsuzluk içinde olduğunu fark ediyoruz. Bu olguları anlayabilmek için TİP’in içinde yaşadığı nesnel ve öznel koşulları incelemek gerekiyor.
Birincisi, TİP’in üzerinde yükseldiği sosyalist mirastır. Türkiye’de 60’lı yıllara kadar sosyalist hareketin bağımsız bir mirasından söz etmek pek mümkün değil. TİP, solun kemalizmden henüz ayrışamadığı ve Marksizmden nasibini almadığı bir döneme doğdu Henüz Marksist klasiklerin Türkçeye bile kazandırılmadığı bir dönemde, TİP hem kemalizmden kopuşun öncüsü hem de bilimsel sosyalizmin Türkiye’ye taşıyıcısı oldu.
TİP’in ilk dönemlerinde “demokrasi, kalkınma, bağımsızlık” sorunsalını aşamaması nesnel bir durum, bu sorunsalı sosyalizmle bağlantılandırması ise bir anlamda ileri bir adımdır.
İkincisi; Marksist altyapı çözümlemesi, Bolşevik bir tarz için gereklidir, ama yeterli değildir. TİP’in temel açmazı, Marksist analizi sınıflar mücadelesi alanına taşıyamamak, sosyalist devrim stratejisinin somut ayaklarını oluşturamamak oldu. Bu açmaz, TİP’i önce kapitalizmin gelişimi ile sosyalizm arasında doğrudan bağlantı kuran Menşevik bir anlayışa, Leninist öncülük anlayışına uzaklık oranında ise parlamenter beklentilere götürdü.
TİP’in temel kaygılarından bir tanesi, sosyalist siyaseti kitlelere taşımak oldu. Ancak, Marksist analizi sınıflar mücadelesine taşıyamayan, Leninist öncülük anlayışıyla bağdaştıramayan bir hareketin pusulası yoktur. Pusulası olmayan TİP, anayasacılıktan köylücülüğe kadar pek çok uca savruldu.
Bu açıdan TİP’in çeşitli kesitlerdeki politikalarına ve Behice Boran’ın bu kesitlerdeki tavrına bakalım.
1962-65 döneminde, sol içi gündem, temel olarak kalkınma sorunsalı etrafında belirleniyor. Bu dönemde Aybar liderliğindeki TİP’in temel tezi, “kapitalist olmayan kalkınma yolu”. Kapitalist olmayan kalkınma yolu, kamu sektörünün esas olduğu, özel sektörün de bulunduğu, bir iktisadi geçiş. TİP programında kapitalist olmayan kalkınma yolu şöyle tarif ediliyor: “Kapitalist olmayan kalkınma yolu, emekten yana ve emekçilerin yürütümüne ve denetimine katıldığı planlı bir devletçilik olarak tanımlanabilir. Böyle bir düzende kamu sektörü esastır ve ekonomiye hakim olacak kadar geniştir. Özel sektör plan çerçevesi içinde kamu sektörünün yardımcısı olarak çalışır ve gelişir.”
Behice Boran’ın sosyalizm ile kalkınma arasında nasıl bir doğrudanlık kurduğunu ve bu doğrudanlığı bilimsel sosyalizmin bir ilkesi olarak tarif edişini dinleyelim:
“TİP Türk toplumunun evriminde son hedef olarak sosyalist bir düzeni öngördüğü için ve sosyalizm yönünde kalkınmanın ilk aşamasında “Ulusal ekonomide kilit taşı vazifesini görenlerden başlayarak ve ekonomik kalkınma ve sosyal ilerlemenin gerekli kıldığı bir sıra izleyerek, büyük üretim ve mübadele araçlarını devletleştirmek’ kararında olduğu için sosyalist bir partidir. Kalkınma yöntemini belirten programı bilimsel sosyalizmin koyduğu esaslara dayandığı için sosyalist bir partidir…”İlk bakışta garip gibi görünür ama TİP programı bilimsel sosyalizmi esas aldığı içindir ki, iktidara geldiğinde bütünüyle tam bir sosyalist düzeni öngörmemektedir… Sorun toplumun objektif şartlarına, tarihsel aşamasına uygun sosyalizm rotasını çizmektir.” 1 Behice Boran, biraz Marx’tan biraz da soğuk savaş dönemindeki KP tezlerinden esinlenerek bir sosyalizm tasarımı çiziyor. Yine de, sosyalizm ile kalkınma arasında doğrudan bir ilişkiyi öngören bu yaklaşım ile YÖN Hareketi’nin tezleri arasında önemli bir fark yok. YÖN Hareketi, devrimin öncülüğünü asker-sivil aydın zümreye atfederken TİP “partinin işçi sınıfını ve bütün emekçi halk yığınları eğitip aydınlatarak ulusal kalkınma ve ilerlemenin bilinçli kuvveti haline getireceğini” öne sürüyor.
Behice Boran da bu yakınlığın farkında. Milli demokratik devrimcilerle bir polemiğinde ise farkı şöyle koyuyor: “Milli Demokratik Devrimcilerin somut olarak ileri sürdüklerine, öngördükleri dönüşümlere bakınca onların bu kitapta ve TİP Programında sözü edilenlerden farklı bir şey seslemedikleri görülür: Tam bağımsızlık, demokratik hak ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesi, toprak reformu ve sözünü ettiğimiz ekonomik sektörlerin millileştirilmesi. Ama onların açıklamadıkları ve açıklamaları gereken çok önemli iki nokta var: Birincisi, savundukları milli demokratik devrim aşamasında iktidarın sınıf muhtevası ne olacaktır? Küçük burjuvazinin ve “milli burjuvazinin” işçi-emekçi sınıflarla koalisyonu mu? Böyle bir koalisyon ise öngördükleri bu koalisyon içinde dizginler, kontrol kimde olacaktır Kapitalist üretim ilişkileri dışına çıkılacak mıdır? Biz diyoruz ki, hedef, işçi-emekçi sınıfların ve onların sosyalist partisinin iktidarıdır, çünkü ancak böyle bir iktidar tam bağımsızlığı, gerçek demokrasiyi ve köklü dönüşümleri gerçekleştirebilir. Küçük burjuvazi ve yerli burjuvazinin yabancı sermayeye karşı, milli bağımsızlıktan yana kanadı -o da şayet varsa, henüz böyle bir kanat ortalarda görünmüyor- ancak “müttefik güçler” (o da bir ölçüde) olabilir.” 2
YÖN hareketi, ilk dönemlerinde TİP’e “eleştirel” destek veriyor. Ancak, TİP’in 1965 seçimlerindeki başarısı YÖN’ü TİP’ten uzaklaşıyor. YÖN ile paralel tezleri savunan ve 1962’de boy veren MDD-Mihri Belli çevresi ise TİP’e sosyalizmi kitleselleştirme gibi bir misyon atfettiği için ve bu partiyi ele geçirilebilir bir yapı olarak gördüğü için TİP’i uzun süre önemsiyor. Ancak 65 sonrasında TİP’in anti-emperyalizmin anti-kapitalizmden ayrılamayacağı tezi, MDD ile SD karşıtlığının şekillenmesini başlatıyor.
YÖN ve MDD çizgileri ile TİP arasındaki ilişkilerin bozulması sonrasında, TİP içinde, MDD tezlerine karşıt tezlerle bir çerçeve oluşturulması girişimleri başlıyor. Behice Boran ve Sadun Aren’in adlarına bağlanabilecek olan Emek grubu bu dönemde sosyalist devrim savunusunu geliştiriyor.
Sosyalist devrim savunusu ilk dönemlerde ilkellikten kurtulamıyor. MDD’ye cevap verme kaygısının ürünü olduğu için bütünsellikten uzak. Behice Boran’ın deyişiyle “SD bir sonuç”. Demokratik devrimciler ne diyorsa, tam tersi söyleniyor: Türkiye kapitalist; gündemde sosyalist devrim var; öncülük işçi sınıfında… Buna rağmen hala parlamenter geçiş savunuluyor ve siyasal perspektif buna bağlı olarak şekilleniyor. Sınıflar analizine göre değil, yönelinecek (oy alınacak) kitleye göre siyaset yapılıyor. Yöneticilerin sosyalizm anlayışlarının muğlaklığı bunda Önemli bir etken. Bu yüzden de SD tezi kapitalizmden sosyalizme devrimci bir geçişi içermiyor.
SD tezi, her şeye karşın, MDD çizgisinin bağımlılık yaratan ruhundan önemli bir kopuş olarak algılanmalı. Ancak, SD-MDD kutuplaşması sırasında SD tezlerinin kendisinin pek tartışılmaması, TİP’e yönelik eleştirilerin daha çok “oportünizm” “parlamentarizm” vb. suçlamaların yinelenmesinden ibaret kalması, tartışmaların geliştirici olamamasına yol açıyor. Diğer yandan, TİP içinde de yeterli eğitim politikalarına sahip olunmaması, SD tezlerinin kadrolar düzeyinde içselleştirilememesini getiriyor.
Yine de, Behice Boran’ın 1960’ların sonlarında yazdığı şu satırlar (MDD’yi “demokratik devrim” diye okumak kaydıyla) Türkiye solunun önemli bir bölümünün 21. yüzyıla yaklaşırken bile kavrayamadığı bir noktaya işaret ediyor: “Deniliyor ki, bugün Türkiye’de tam bir demokrasi ve özgürlük yok, Türkiye tam bağımsız değildir, onun için de önce Milli Demokratik Devrim, sonra Sosyalizm. Bu görüşte olanların şu soruyu cevaplandırmaları gerekir: Yarım yüzyıldır yapıla gelenler nedir? Milli Demokratik Devrim dönemi değilse nedir öyleyse? Tamamlanmamışmış. Hangi ülkede burjuva demokratik devrimi büyük emekçi kitlelere demokratik hak ve özgürlükler sağlama bakımından “tam”dır? Batıda burjuva demokratik devrimler 19. yüzyılda yapılmıştır diyoruz. O ülkelerde bu devrimler işçi-emekçi sınıflara tam özgürlük, eşitlik, demokratik haklar sağladı mı? Batılı ülkeler, iç durumları sıkışınca demokratik hak ve hürriyetleri kısıtlamak eğilimi göstermiyorlar mı? Faşizm baş kaldırmıyor mu? Azgelişmiş ülkelerde ara tabakaların, olduğu kadarıyla yerli burjuvaziyle birlikte yapacakları “Milli Demokratik Devrim” de işte ancak Türkiye’deki kadarıyla yapılabilirdi.” 3
1966’da TİP 2. Büyük Kongresi’nde anti-emperyalist mücadele ile anti-kapitalist mücadelenin birbirinden ayrılamayacağı kararı alındı. Bu kararı MDD’cilerin partiden tamamen tasfiye edilmesi izledi.
Aynı dönemde Boran ve Aren’in liderliğindeki. Emek grubu önderliğinde Aybar’a karşı muhalefet başlıyor. Türkiye sosyalizmini “nev-i şahsına münhasır”, “güler yüzlü ve hürriyetçi” bir sosyalizm olarak tarif eden, Türkiye devriminin Leninist çizgiyi izlemeyeceğini söyleyen Aybar, Çekoslovakya olayları sırasında Sovyet müdahalesine karşı çıkıyor. 1969 Ocağındaki olağanüstü kongreden Aybar’ın genel başkan olarak çıkmasıyla birlikte parti fiilen iki başlı hale geliyor. 69 sonlarında kurulan ve Türkiye’deki ilk komsomol olan SGÖ, Emek grubu yanında tavır alıyor. Süreç, 4. Kurultay’da Aybar’ın Aren ve Boran ekibi tarafından tasfiye edilmesiyle sonuçlanıyor. Geleneksel sola uygun ve devrimci bir tavır gösteren Aren ve Boran, Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm” çizgisini de gündemden kaldırıyor. 1970 yılındaki tasfiyeden sonra parti başkanlığına Behice Boran geliyor.
Yine de, sosyalist devrimci Boran’ın parti başkanlığına gelmesi, TİP’in çizgisinde önemli bir değişiklik yaratmıyor. 65 seçimlerinden sonra artan oy toplama kaygısı, Aleviler’e, Kürtler’e ve köylülere yönelmeyi beraberinde getiriyor. Boran, köylerden TİP’e çıkan oyların fazlalığı karşısında “önümüzdeki seçimlerde oy kaynağı köyler olacaktır. TİP, köylünün oylarını kazanmadan iktidara gelemez. Bu anlamda sosyalist iktidarın yolu köyden geçer” 4 gibi bir uca bile savrulabiliyor.
İki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Boran devrini sürecinde temel rolü işçi sınıfına veriyor ve “halk” kavramlaştırmasını mahkum ediyor. Ancak, devrim stratejisini, parlamenter yoldan iktidara gelecek işçi sınıfı partisinin sosyalizmin kuruluşunu başlatması olarak tarif ettiği oranda “oy verecek kafa” sayısı hesapları alttan alta çalışmaya başlıyor. “…Yoksul köylü kitleleri önce sayılarının kabarıklığı ile ağır basmaktadır.” 5 Şunu da belirtmek gerek ki, Boran’ın köylüye dair saptamalarında sosyolojist bir bakış açısı ağırlığını koruyor. Boran, köylülüğü mücadele geleneği ve dinamizminden çok, topraksızlık, fakirlik gibi kriterlerle ele alıyor.
1971’de kapatılan I. TİP’in önemli bir güç ve etkiye ulaştığını, bunun ötesinde sınıf içerisinde en geniş ilişki ağına ulaştığını belirtmek gerekiyor. II. TİP, 2 yılı aşkın bir süre cezaevinde kalan Behice Boran’ın başkanlığında Nisan 1975’te kuruluyor. Parti programında, Emek grubunun uç yorumlarının bulunmadığı, daha olgunlaşmış bir SD savunusu yapılıyor. Burjuva demokratik devriminin tamamlanmış olduğu; Türkiye’nin dünya kapitalizmi ile bütünleşmiş olduğu; emperyalizmin ülke içindeki tabanının pre-kapitalist sınıflar değil, burjuvazi olduğu; kemalizmin küçük burjuva değil burjuva ideolojisinin bir parçası olduğu; işçi sınıfının fiili ve ideolojik öncülüğünün ayrılmazlığı vb., bu dönemdeki SD savunusunun önemli bileşenlerini oluşturuyor.
Programda sınıfın birliğini sağlamak, temel bir misyon olarak tarif ediliyor. Bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi sosyalizm mücadelesine bağlanıyor. Ne var ki, TİP programı, tümüyle tutarlı bir bütünlük oluşturmuyor. Parti içinde zaman geçtikçe belirginleşen dört farklı kanat, programın işlerine gelen bölümlerini sahiplenip diğer kısımlarını göz ardı ediyor. Sözgelimi, aynı programda, barışçıl geçiş tezi de hala savunuluyor (barışçıl geçiş, dönemin Avrupa KP’lerinde de bir olanak olmanın ötesinde, tek seçenek olarak kabul ediliyor).
77 sonrası parti içindeki eğilimler şöyle: 1. Seçimlerdeki başarısızlığa paralel olarak SD stratejisinden vazgeçilmesi gerektiğini söyleyenler; TKP ve TSİP ile yakınlaşmaya eğilimliler. 2. Partinin tarihsel görevinin sona erdiğini, TKP ile koşulsuz birleşmek gerektiğini söyleyenler (80’de tasfiye ediliyorlar). 3. Boran çevresi. 4. Sosyalist devrimciler.
77’den sonra, TİP içinde, TKP ve TSİP ile birleşme eğilimi giderek güç kazanıyor. Bunun bir sonucu, parti yönetiminin, sosyalist devrim çizgisinden yavaş yavaş uzaklaşmaya çalışması oluyor. 1978 yılında da SD’ciler tasfiye ediliyor. 1978 aynı zamanda bir üye kazanma kampanyasının başlatıldığı, yaygınlaşmanın ön plana alındığı yıl.
1980 yılında TİP kapatılıyor ve Behice Boran başta olmak üzere TİP yöneticilerinin bir kısmı yurt dışına çıkıyor. Daha sonra TİP ile TKP birleşiyor ve 1988 yılında TBKP kuruluyor.
Bu yazıda, Behice Boran’ı yalnızca sosyalizm mücadelesindeki yeri itibarıyla ele aldık. Sarmal Yayınevi’nden çıkan Bütün Yapıtları dizisiyle Boran’ı edebiyat eleştirmeni ve sosyolog kimliğiyle de tanımak mümkün. Edebiyat yazılarının derlemesi olan üçüncü kitaba önsöz yazan Semih Gümüş, Boran’ın entelektüel kişiliğine şöyle değiniyor: “James Joyce’u 1943 yılında kaç kişi tanırdı, üstelik anlaşılmak için uzak bir geleceği göze alan Joyce öleli daha iki yıl olmuşken? Behice Boran James Joyce’u kendi dilinden tanırken, ondan, ‘bilinç akışı’ tekniğinin “en tanınmış üyesi’ diye söz açıyordu.” 6
Boran, aynı zamanda, Sevgi Soysal’ın cezaevi anılarını aktarırken bahsettiği, vakarını bozmayan bir ciddiyetle örgü ören hayaliyle bizi gülümseten, sokağa çıkma yasağının olduğu 1979 1 Mayıs’ında arkadaşlarıyla birlikte sağ yumruğunu dimdik kaldırışıyla bizi gururlandıran bir “portre” oldu.
Behice Boran, direngen kişiliğiyle “Türkiye’nin aydınlık geleceğini” selamlayan sesiyle sosyalizm mücadelesindeki yerini aldı. Cenaze töreni, 80 sonrasındaki ilk büyük kitlesel gösterilerden birisine dönüştü. Sosyalizm mücadelesine ömrünü adayan bu sosyalisti binlerce yoldaşı uğurladı.
1. Boran Behice; Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, Sarmal Yayınevi 1992, s. 103
2. age, s.326
3. age, s.324
4. age, s. 194
5. age, s. 198
6. agy; Edebiyat Yazıları, Sarmal Yayınevi 1992, s.8
Kaynak: Gelenek-1996
**
Behice Boran ilk kadınlardan biri. Türkiye’nin ilk kadın parti genel başkanı. Türkiye İşçi Partisi genel başkanı olan Behice Boran’ın doğum günü de, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs.
Behice Boran 1 Mayıs 1910’da Bursa’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da, yüksek öğrenimini Amerika’da tamamladı. Michigan Üniversitesi’nin sosyoloji bölümünü bitirdikten sonra Türkiye’ye döndü.
1946’da çevirmen Nevzat Hakko ile evlendi. 1948 yılında siyasi görüşleri nedeniyle Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı.
1950 yılında Türk Barışseverler Cemiyeti kurucu üyeleri arasında yer aldı ve cemiyetin başkanı oldu. Kore’ye asker gönderilmesine karşı çıkan bir telgrafı Meclise göndermesi ve aynı konuyla ilgili bildiri dağıtması nedeniyle bir grup arkadaşı ile birlikte tutuklandı.
On beş ay hapis cezasına çarptırıldı. 1953’de tekrar tutuklandı, 1954’de tahliye oldu. 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne giren Boran, 1965 seçimlerinde Urfa milletvekili olarak Meclis’e girdi.
1970 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanı oldu. 12 Mart sonrası 15 yıla mahkum oldu. 1971 askeri müdahalesiyle kapatılan Türkiye İşçi Partisi’ni, arkadaşlarıyla birlikte 1975’de yeniden kurarak genel başkan oldu.
12 Eylül 1980 darbesiyle TİP yeniden kapatıldı, Behice Boran da kısa bir gözaltından sonra yurtdışına çıktı.
Haziran 1981’de yurda dön çağrısına uymadığı gerekçesiyle Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Boran öldüğünde yetmiş yedi yaşındaydı. 1980 yılından beri siyasi mülteci olarak Belçika’da bulunuyordu.
Amerika’da öğrenciliği sırasında, bir arkadaşıyla coca cola içerken yaptığı bir sohbet hayatının dönüm noktası oldu.
Yakın dostu Çetin Altan, şöyle anlatıyor.
“Sosyoloji öğreniminin derinliklerine indikçe, çeşitli yaklaşım ve yorumların büyük ölçüde varsayımlara dayanan mantığı kendisini rahatsız ediyordu. Böyle bir bilim dalının daha tutarlı bir temele dayanması gerektiğini düşünüyordu. Bir öğle tatilinde yine sınıfın çalışkanlarından bir gençle kafeteryada Coca Cola içerlerken ona sosyolojide gözüne çarpan bu tutarsızlıktan söz etmişti. Ve Amerikalı genç kendisine ilk kez Marks’tan söz etmişti. Marks’ın yapıtlarına karşı merakı böyle uyanmış ve Marks’ın görüşlerini öğrendikçe, sosyoloji teorilerinde kafasına takılan boşluklar, yeni bir boyutta tutarlı bir zincir oluşturmaya başlamıştı. Boran’ın yaşamındaki bu dönemeç noktasını kendisiyle başbaşa gün ışıyıncaya kadar konuştuğumuz çok oldu.”
Bu dönemeç ona pekçok şey yaşattı.
1971’de tutuklu bulunduğu cezaevinden yakın dostu ve avukatı Necla Fertan’a yazdığı mektupta şöyle diyordu Behice Boran:
“Üzülmekten çok şaşırıyorum, bunca sorunun biraraya gelmesine. Bir romanda okusam, bu kadar da olmaz derim, melodrama kaçmışlar biraz derim. 64 yaşından sonra kolları sıvayacağım demek. Ama düşünüyorum da, ömrüm boyu kolları sıvamaktan öteye gidemedim gibi geliyor. Başlanıp geliştirilip, tamamlanmış bitirilmiş bir şey yok. Yarım kalmış hep. Meslek hayatım öyle, politik hayatım öyle, aile hayatım öyle. Hep bir yerde darbe yemiş, yarım kalmış. Bunun farkında değildim, hiç düşünmemiştim. Şimdi yazarken yaptım bu tespiti.”
Çetin Altan’ın deyimiyle tek oğlunu dahi cezaevinde dünyaya getirmişti.
Ve Çetin Altan’a göre, “Türkiye’nin siyasal tarihinden, çöl ortasında kurumamaya uğraşan bir pınar gibi, anıtsal bir dirençle gelip geçen ve insanlığın uğradığı haksızlıklarla dövüşmeyi kendine mezhep yapmış bir kutsal insandı o.”
Herşeyi yarım kalmış gibi hissetse de, seçtiği yoldan hiçbir zaman pişmanlık duymamış, yakınmadan bedel ödemiş, kararlı, mücadeleci bir kadındı o.
İlk kadın parti başkanı, parti başkanı olmaktan da öte, bir liderdi.
İnandığı gibi yaşadı.
“Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın insanıdır. Doğru bulduğumuz fikirleri öyle benimsemiş, öyle içimize sindirmiş olmalıyız ki, bunlar davranışlarımızı biz farkında olmadan dahi etkilemeli, tayin etmeli, yönetmelidir. İnsan nihayet ne kadar sosyalist olmaya devam etse de, bir gün bedeni bu fani dünyaya veda eder, ama işçi sınıfı partileri, işçi sınıfı var oldukça devam eder, gider. Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır,” diyordu.
Bir sosyalist gibi yaşadı.
Şimdi gene çocukluğumda tanıdığım, Behice Boran’dan söz etmek istiyorum. Behice’nin 10 Ekim 1987’de Brüksel’de öldüğü haberini aldığım sırada Bodrum’daydım. Onu Ağustos 1983’de beş günlüğüne Brüksel’e gittiğimde görmüştüm son kez. Sağlık durumu beni kaygılandırmıştı.
Onu daha sonraları görenlerden de, hiç iyi olmadığını, böyle çalışmaya, kendini böyle tüketmeye devam ederse, onu yitirebileceğimizi duymuştum. Bu ölüme göğüs germeye hazır sanıyordum kendimi. Ama büyük bir üzüntüye kapıldım gene de.
Ne var ki, stoik olmaya özenen, ne olursa olsun çalışmamı sürdürmeye inanan biri olduğum için, elime kalem kâğıt aldım gene de. Niyetim, ingiliz Edebiyatı tarihimin dördüncü cildinin bir bölümünü yazmaya başlamaktı. Ama bir de baktım ki, hipnoz altmdaymışım gibi, on dokuzuncu yüzyılın bir İngiliz romanını değil, bambaşka bir şeyi, Behice Boran’ı yazmışım. O sırada Cahit Kayra geldi. Bana ne yazdığımı sordu. Kâğıtları ona uzattım. Cahit Bey yazdıklarımı okudu. “Bunu Cumhuriyet’e gönderelim” dedi. Gazetelere hiç yazı yazmadığımı söylemem boşunaydı. Kâğıtları elimden aldı, daktilo etti, Cumhuriyet’^ gönderdi. 17 Ekim 1987’de çıkan bu yazı, Behice Boran üstüne düşündüklerimi ve duyduklarımı tamamiyle yansıttığı için, bunu olduğu gibi anılarıma aktarıyorum:
“Barışsever, insan hakları savunucusu ve sosyalist olarak Behice Boran’m kişiliğinden ölümünden sonra, övgüyle söz edildi; ilerde de her zaman söz edilecek. Bense, onun “resmi” diyebileceğimiz kişiliğini değil; arkadaşım Behice Boran olarak özel kişiliğini anlatmak istiyorum. Bunu da içtenlikle duygulanarak yapmaktan çekinmeyeceğim.
Benden beş yaş büyük olan Behice Boran ile Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde öğrenciliğim ilk yılında, on yaşındayken karşılaştım. O sırada başlayıp yıllar yılı süren dostluğumuz boyunca Behice Boran’ı yakından tanımayanların, onu bir hayli katı ve hırslı olmakla suçladıklarını duydum. Oysa Behice Boran ne katıydı ne de hırslı. Katı olsaydı çevresindekilerin güçsüz yanlarını kolayca bağışlayamazdı; beni de bağışlayamazdı. Çünkü, 1950’de Barış Severler Derneği’ne girmemi önerdiği zaman aile geçindirdiğimi, maaşımdan başka gelirim olmadığını, hapse düşersem, işimden atılırsam, yakınlarımın aç kalacağından korktuğumu söyledim. Bunu söylerken de çok, ama çok ezildim. Ne var ki, Behice beni ayıplamadı, dostluğunu da esirgemedi benden. Bunun nedenini de yıllarca sonra açıkladı: Tutumuma bir özür bulmak için bahaneler uydurmamıştım. Açıkça söylemiştim korktuğumu. Behice ise ancak ikiyüzlülük edenlere katı davranırdı. Ancak öylelerini bağışlayamazdı kolayca.
Behice Boran haris değildi. Eğer faşist eğilimlerin egemen olduğu bir üniversitede çalışmasaydı, çevresinde uygarca bir hoşgörüyle karşılaşsaydı, işinden atılmasaydı, Behice Boran Marksist bir öğretim üyesi olarak sosyoloji dalında parlak bir akademik kariyer yapardı. İstediği de buydu zaten. 1965’te milletvekili seçildiği sırada “şu işe bak” demişti bana; “Ben kürsümde kalıp okuyup yazmak, ders vermek, öğrencilerimle uğraşmak, sadece küçük bir dost çevresiyle ilişki kurmak istedim öteden beri. Oysa şimdi siyasal savaşın tam ortasına atılmak zorunda kaldım. Kimbilir bu işin altından nasıl kalkacağım.”
1948’de Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav ile birlikte mahkemeye verilmişti. Mahkemede aklanınca, üçünün da kadrosu lağvedilmiş, açıkta kalmışlardı. Böylece ülkesinin koşulları bu inançlı sosyalisti öğretim üyeliğinden koparmış, eyleme itmişti. Behice Boran bu eylemi sonuna değin, büyük özverilerde bulunarak, büyük acılara katlanarak, başarılı bir dirençle sürdürdü.
Behice Boran, öteki iki arkadaşı gibi, yabancı üniversitelerden iş önerileri aldı. Ama ülkesinde kalmayı yeğ tuttu. Bunun başlıca nedeni, Behice Boran’in tutkulu yurtseverliğiydi. Memleketini sadece soyut bir kavram olarak değil, elle tutulur bir gerçek olarak severdi. Azgelişmişliğiyle yoksulluğuyla, eşitsiz-likleriyle, haksızlıklarıyla, buruk açılarıyla severdi. İşte bu yüzdendir ki, ömrünün son yedi yılını sürgünde, memleketinin taşından toprağından uzak, sevdiği her şeyden uzak geçirdiğini düşünmek, dayanılmaz bir hüzün verir onu yakından tanıyanlara.
Ben ortaokuldayken Behice Boran’ın bir ara bizlere ders verdiğini; o konuşurken, sanki kafamın içini devinen güçlü projektörler tarıyormuş da, bu ışıklar tüm karanlık köşeleri aydınlatıyormuş gibi, öğrettiklerini hemen kavramamı unutamıyorum.
Dünyanın en vefalı dostu olan Behice Boran’m siyasal nedenlerden ötürü bazı gençlik arkadaşlarını yitirince duyduğu kederi; “herkesin aşk acıları vardır, benim de arkadaşlık acılarım var” demesini unutamıyorum.
Doğa sevgisini; soğuk bir kış akşamı karanlık basmak üzereyken evimin balkonuna çıkıp lodos fırtınasını bir saat seyretmesini unutamıyorum.
Kadınlığına özgü becerilerini, evinin tertemiz düzenini, herkese açık sofrasının güzelliğini, yemeklerinin tadını, coştuğu zamanlarda duyarlı sesiyle türküler söylemesini unutamıyorum.
Cerrahpaşa Hastahanesi’nde felçli yatan Nevzat Hatko’yu görevini yapan bir eş gibi değil de, gülümseyerek, şakalaşarak, iki aylık bir bebeğe bakar gibi temizlemesini, unutamıyorum.
Yirmi yedi yıl önce 147’lik olup üniversiteden atıldığım zaman, beni ve iki çocuğumu, Armutlu’daki kumsalda birkaç kuruşa kiraladığı, elektriksiz, susuz, kırık dökük eve götürüp, sanki lüks bir oteldeymişçesine haftalarca rahat ettirmesini, üzüntümü gidermesini unutamıyorum.
Altı günlükken yitirdiği ilk çocuğu Elifin ölümü yüzünden yıllar boyu çektiği acıyı; daha sonraları çok güç koşullar altında dünyaya gelen oğlu Dursun’a sevgisini; ikide bir hapse girdiği için bir anne olarak görevlerini yerine getiremediğini düşünerek duyduğu kaygıyı unutamıyorum.
Tüm küçük çocuklara, bu arada Sakarya Hapishanesi’nde kocasını baltayla kesen bir köylü kadının çocuğuna gösterdiği sevgiyi; o dokuz aylık bebeği bana demir parmaklıkların arkasından hayranlıkla göstermesini unutamıyorum.
Brüksel’in yağmurlu, soğuk parklarında yürürken, İstanbul’un şu ya da bu köşesi üzerine benden ayrıntılı bilgiler istemesini unutamıyorum.
Deniz sevgisini; Gökova’da bir tekneyle gezerken duyduğu keyfi; onu son görüşümde Ostend’de denize girişimizi; koskocaman dalgalar bizi devirdikçe çocuksu sevincini unutamıyorum.
Arkadaşım Behice Boran ile dostluğumuzun yarım yüzyıldan fazla sürmesi bir mutluluk kaynağı oldu benim için. Ölüm haberini alınca duyduğum acı, bu mutluluğu hiç gölgeleyemez.
Behice Boran ile ilgili bazı notlar eklemek istiyorum bu yazıya: Behice Ankara Cezaevi’nde yatarken onu görmeye gidememiştim. Ama Türkiye İşçi Partisi’nin avukatlarından duyduğuma göre, Behice orada en aşırı sol gruplardan en bağnaz kızlarla bile, gül gibi geçiniyormuş. Koğuşta herkesin büyük saygısı varmış ona. Kadınlararası dayanışmanın ilginç bir örneği de, Behice mahkemeye götürüleceği zaman, kadın gardiyanların onu süslemeleri; giyinmesine, saçını düzeltmesine yardım etmeleri; yargıçların ve dinleyicilerin karşısına düzgün ve hoş bir kılıkta çıkması için, ellerinden geleni yapmalarıydı. Hoşuma giden başka bir ayrıntı da, Behice’ye konuşma sırası gelince, jandarmalar dahil, onu dinlemek için herkesin mahkeme salonuna üşüşmesiydi.
Behice Sakarya Cezaevi’ne getirildikten sonra, bazen Avukat Necla Fertan’m arabasıyla, bazen de otobüsle, oraya ner-deyse her hafta giderdim. Hapiste de sürekli okuduğu için kitap taşırdım ona. Biraz para kazanması amacıyla Joseph Kes-sel’in Les Cavaliers adlı kaim romanını Türkçeye çevirmesini önerdim. Fransızcası, İngilizcesi kadar mükemmel olmadığı halde, romanı İngilizce çevirisinden değil, biraz zahmet ederek, Fransızca metinden çevirmeyi daha doğru buldu. Bunun Behi-ce’nin çevirisi olduğunu kitabı basacak arkadaştan gizlememiştim; ama roman başka bir çevirmen adıyla yayınlandı gene de.
1974 yazında genel af çıktığı halde, siyasiler öteki mahkûmlarla birlikte değil, daha sonraları serbest bırakıldı. Kocasını baltayla kesen kadın özgürlüğüne kavuşurken, Behice onun dokuz aylık bebeğini son kez kucağına alıp öptü kokladı. Sonra işaret parmağını sallayarak, “seni bir daha buralarda görmeyeyim ha!” diyerek, anneyi uyarınca, bir sinir gülmesi tutmuştu beni. Çünkü kocasını doğruyan kadıncağız gidiyordu; ama Behice “buralarda” kalıyordu.
12 Temmuz 1974’de, Behice de tahliye edildi. O sabah erkenden Nihat Sargın ile eşi Yıldız, Asuman, başka TİP’liler ve ben Sakarya Cezaevi’nin önünde beklemeye başladık. On beş saatten fazla geçti, ama formaliteler bir türlü bitmiyordu. Gece yarısı, bizi hapishanenin avlusundan çıkardılar. Bir yığın cemse avluya girdi; hepsinin farları yakıldı; hapishanenin kapısı projektörlerle aydınlandı. Avluya doluşan askerler, ellerinde silahları, sanki o kapıdan yüzlerce tehlikeli katil çıkacakmış gibi, tetikte bekliyorlardı. Derken kapı açıldı. Farların kör edici ışığında, sağ elinde küçük bir naylon poşet tutan, ak saçlı, ufacık bir kadın çıktı o büyük kapıdan. Behice’yi kiraladığımı» minibüse alıp İstanbul’a doğru yönelirken, bir de baktık ki, askeri bir cip peşimizden geliyor. Minibüsümüzü durdurunca, cip de durdu. Neden izlendiğimizi sorduk içindekilere. Rakı kokan bir subay, sendeleyerek araçtan indi. “Sakarya ilinin sınırına kadar Behice Hanıma refakat etme onurundan bizi mahrum etmeyin” dedi. Alay ediyor sandım ilkin. Ama adamın sarhoş yüzünde garip bir saygı vardı.
1965 seçimlerinde milletvekili olduğu için, Behice’nin cenazesinde ilk tören TBMM’in önünde yapıldı. 1987 yılında, Behice Boran gibi komünistliğiyle ünlü bir kişiye böyle resmi devlet töreni yapılması çok şaşılacak bir şeydi. “Mevzuat” denilen o akıllara sığmaz gizli güç, siyasal kaygılardan ağır basmış, TBMM’i de tongaya basmıştı anlaşılan. Bense her zamanki saflığımla “hangi milletvekili böyle onurlandınlmaya Behice kadar hak kazanmıştır acaba?” diye düşündüm. Bodrum’dan doğru İstanbul’a gittiğim için, Ankara’daki törende bulunamadım.
18 Ekim 1987’de İstanbul’da yapılan cenaze görkemliydi. Mustafa Kemal’inkinden bu yana, şimdiye kadar gördüğüm cenazelerin en görkemlisiydi belki. Sosyal Demokratlar, solun çeşitli frakisyonları ve Behice’nin siyasal düşmanları dahil, herkes oradaydı. Ne yazık ki, ancak bu cenazede birleşebildi Türk solu. Behice Boran’ı Türk yurttaşlığından çıkarmışlardı; ama onun her zaman Türk kaldığını vurgulamak için, bayrağa sarılı tabutunun üstüne, nüfus kâğıdının poster boyunda büyütülmüş çerçeveli bir sureti konulmuştu. Nüfus kâğıdında, yirmi yaşında, gül gibi bir Behice’nin fotoğrafı vardı. Onun o gencecik halini ötekiler bilmiyordu ama, ben biliyordum.
Cenaze Şişli Camiinden çıkacağı sırada, bir yaz yağmuru gibi, ansızın müthiş bir alkış koptu. Sonraları çok yaygınlaşan bu alkış olayını ilk kez duyuyordum. Cenazenin ardından Zincirlikuyu’ya kadar yürümek istiyorduk. Ama cenaze arabası ortadan yok olmuş, doğru mezarlığa gitmişti. Bizler oraya vara-madan Behice’yi toprağa verecekler diye korktuk bir ara. Ne var ki, bunu yapamadılar. Cenaze bizi Zincirlikuyu’da bekliyordu.
Camiden çıktıktan sonra dağılmamızı istedilerse de, bu isteklerinin nafile olduğunu hemen anladılar. Trafiğin engellenmemesi bahanesiyle, caddenin ortasında yürümemizi yasakladılar. Oysa polis ve asker araçlarından başka trafik yoktu caddede. Üç dört kişilik sıralar halinde, çifte kordon altında, trotuarda yürümeye başladık. Bizimle birlikte yürüyen dış kordon çevik kuvvetten, iç kordon da bir kadın bir erkek, el ele tutuşmuş genç işçilerden oluşuyordu. Tepemizde helikopterler vızır vızır uçuyordu. Yürüyenlerin bir ucu henüz Şişli meydanındayken, öteki ucu Zindrlikuyu’ya varmıştı bile. Kabristana girerken, askerler de, üniformalı polisler de ortadan yok oldu. Biz bize kalmıştık. Kol kola girdik ve “yiğidim aslanım burda yatıyor” gibi Behice’nin sevdiği türküleri söyleyerek, mezarının başına kadar yürüdük.
Behice’nin ölümünden dört yıl önce, oğlu Dursun Hatko, “babamı Sofya’da gömdük; kim bilir annemi nerede gömeceğiz” demişti. Ama biz, Behice Boran’ı kendi memleketinde toprağa verdik, hem de şanına lâyık bir cenaze töreniyle.
Mina Urgan – Bir Dinozorun Anıları
Dördüncü bölüm,
YKY
Behice Boran, 1 Mayıs 1910 yılında dünyaya geldi. Boran, 77 yıllık hayatına akademisyenlik, yazarlık ve siyasi parti liderliği sığdırdı. Türkiye sosyalist hareketinin öncü isimlerinden Boran, 10 Ekim 1987’de Brüksel’de hayatını kaybetti.
Behice Boran 1 Mayıs 1910’da Bursa’da doğdu. Orta öğrenimini Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde yaptı. Kolejdeki öğretmeninin tavsiyesiyle Amerikan Michigan Üniversitesi (ABD) ona burs verme teklifinde bulundu. Michigan Üniversitesi’nde sosyoloji doktorasını tamamladıktan sonra 1939’da Türkiye’ye döndü ve Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) sosyoloji bölümüne doçent olarak atandı.
1941’de bir grup arkadaşıyla birlikte ‘Yurt ve Dünya’ ve ‘Adımlar’ dergilerini çıkarmaya başladı, ancak her iki dergi de 1944 yılında bakanlar kurulu kararıyla kapatıldı. ‘Görüşler’ dergisinde yayımlanan bir yazısından dolayı üç öğretim görevlisi ile birlikte hakkında tahkikat açıldı. Bunun üzerine Boran ve arkadaşları Danıştay’a dava açtılar ve kazanarak üniversitedeki görevlerine döndüler. Bir süre sonra Boran ve üç öğretim görevlisi hakkında yeniden dava açıldı, bu seferki sonuç Boran’ın üniversitedeki kadrosunun kaldırılmasıydı.
1950’de Türk Barışseverler Cemiyeti’ni kurdu ve derneğin başkanlığını yaptı. Bir yıl sonra derneğin, Kore’ye asker gönderilmesini eleştiren tutumu nedeniyle 15 ay hapse mahkum edildi. Bu ceza, üniversitedeki öğretim üyeliğinden ihraç edilmesine yol açtı.
1951 yılında başlatılan ‘Türkiye Komünist Partisi’ soruşturmasından dolayı 1953 Eylül’ünde tutuklandı, bir yıl sonra tahliye oldu. 1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. İlk kongrede genel yönetim kurulu ve merkez yürütme kurulu üyeliklerine, 1969’da genel sekreterlik görevine seçildi. Bu arada ‘Türkiye Sosyalizmi’ni ‘Hürriyetçi ve Güleryüzlü’ olarak tanımlayarak, Türkiye devriminin Leninist çizgiyi izleyeceğini söyleyen parti genel başkanı Mehmet Ali Aybar’ın bu çizgisine Sadun Aren’le birlikte karşı çıkan Boran, onun ‘bilimsel sosyalizmden sapmış olduğunu’ ilan etti ve Aybar’ın genel başkanlıktan alınmasına dönük bir kampanya başlattı. 3. kongre’de Aybar tekrar genel başkan seçilince tip fiilen iki başlı hale geldi ve Aren-Boran çevresi, SBKP ve Avrupa komünist partilerinin çizgisine uyarlanmış olan bir ideolojik çizgiyi savunan ‘Emek’ dergisini çıkarmaya başladı.
1970 yılında partinin 4. kongresinde Aybar tasfiye edildi ve Boran Genel Başkan seçildi. 12 Mart 1971 darbesi TİP’i kapatırken Boran da Sıkıyönetim Mahkemesi’nce tutuklandı. Merkez Yürütme Kurulu’nun bazı üyeleriyle birlikte yargılandı ve 15 yıl ağır hapse mahkum edildi.
2. TİP, 2 yılı aşkın bir süre cezaevinde kalan Boran’ın başkanlığında Nisan 1975’de kuruldu. 1977 seçimlerinde alınan oy oranının çok düşük düzeyde kalması parti içinde TKP ve TSİP’le yakınlaşma eğilimini güçlendirdi. Boran, 1 Mayıs 1979’da İstanbul’da 1 Mayıs’ın yasaklanması ve sıkıyönetim tarafından sokağa çıkma yasağı konmasını protesto ederek parti yöneticileri ve üyeleriyle birlikte Merter’de eylem yaptığı için tutuklandı ve hapis cezasına çarptırıldı.
12 Eylül 1980 darbesiyle 2. TİP de kapatıldı. Darbenin ardından kısa süre ev hapsinde tutulan Boran, daha sonra yurtdışına çıktı. 10 Ekim 1987’de Brüksel’de öldü. Türkiye’ye getirilen cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…